12 Aralık 2008 Cuma

._.

Gerçekten, ne kadar iğrenç bir insan olduğunuzu size hatırlatması gerektiğinde Tanrı sizi "cozurt" diye yakmaktansa (ki process esnasında o da başıma geldi) daha zekice yollar tercih ediyor. Örneğin sizin için anlamı olan bir objeyi yok etmek gibi. Daha da kötüsü objenin bir anda aklınıza gelmesş ve aylardır o objenin yokluğunu fark etmemiş olmanız. Vicdan azabı moduna mı girsem yoksa oturup ağlaşsam mı karar veremedim. Hele ki objeler üzerinden yaşayan bir insan olduğum düşünülürse. Fak ya.. Vicdan azabı duyarak ağlaşacağım sanırım... Ne iğrenç bir insanım ben...

10 Aralık 2008 Çarşamba

A Little Bit of Nostalgia

İlk olarak, bunu başarabileceğime inancım tamdı ancak yine de afterellen.com'un Japon daha da spesifik olmak gerekirse Tokyo versiyonunu bulmuş olmaktan gurur duyarım! Güle güle okuyunuz;
http://www.tokyowrestling.com/home_eg/index.html

İşin nostalji kısmına gelirsek, sitede Last Friends'in yazarı ile bir röportaj keşfetmiş bulunmaktayım. Röportaj Last Friends, konusu, aktörleri vs. üzerine. İkinci kısım da nasıl bittiğiyle alakalı. Şaşırtan şeyler var, okuduğunuza kesinlikle değecektir (şu esnada resmen iki kişiyle konuşuyorum sadece ama neyse, blog'umun en büyük fanlarına el sallıyorum buradan : P ! ). "Enjoy!" der ve linkleri veririm (aklıma Sapuri amcası geldi :/ );
http://www.tokyowrestling.com/articles_eg/2008/07/last_friends_1.html
http://www.tokyowrestling.com/articles_eg/2008/12/lfriends_bonus.html


P.S: "Takeru is extremely popular among lesbians." . Hahah, tell me about it teyze...
P.S2: Çok zor bir istek ama umuyorum bir gün Ueno Juri ve Mika bir aşk sahnesi bahşeder bize *ölür*
P.S3: Asia Argento filmlerini bu seneye koymayı akıl eden şahısı pataklamak istiyorum. Geçen sene neden değil ya da önümüzdeki sene! Damn you!

7 Aralık 2008 Pazar

Absürd Diyaloglar No Kaç Bilmiyorum

Ç. keşke bunu duymak için yanımda olsaydı ancak kendisiyle ayrıldıktan 5 dk. sonra gerçekleşti bu. Kahramanlar: Ben (referred to as B.) ve de Taksici Amca (a.k.a TA).
Bendeniz taksiye binerim, kucağımda bir adet minik poşet ile. Olaylar gelişir;
TA: Ooo bakıyorum hediyenizi almışsınız!
B: Ahah yok sabah kendime kitap almıştım da, onun poşeti...
-Biraz sessizlik-
TA: Ayşe Kulin?
B: Yok hayır, Kafka - Dönüşüm...
TA: Hııı...

Kafka duysa ağlardı herhalde. Ayşe Kulin ne be? Ki bunu kitaplarından nefret ettiğim için söylemiyorum sadece, kendisi de dünyanın farkında olmayan ignorant bir bitch'tir...

~~~~~~~
Ç.'ye bir sürü not: Parmak şıklatma, Rocko, "Oscar Wilde ile Aşık Olmak", turşu burun!, Brent, türevleri ve Japon arkadaşları ah bir de All the Things She Said XD
Bugünü unutmamak lazım değil mi bayan?...

6 Aralık 2008 Cumartesi

LD

Bir daha dünyaya gelirsem gerçekten erkek olmak istiyorum. Gay olacağım kesindir zaten de, cidden erkek olmak istiyorum. Bir parçamdan tiksinecek olmama rağmen eğer tekrar dünyaya gelmek gibi bir durum olursa, erkek olarak gelmeliyim.
Uzun zamandır ettiğim bir laftır bu. Öte yandan yakın zamanda okuduğum bir manwha( = Kore çizgi romanı) bu duyguyu bir kez daha kamçıladı.
Niye öyle bittin ki sen?

Bu aralar sürekli dinlediğim bir parça inanılmaz bir şekilde manwhayla özdeşleşti. Ya da ben okuduğumun etkisiyle aptal bir arabesklikle konuşuyorum. Öte yandan dayanamaz ve parçanın minicik bir kısmını -ki aslında en sevdiğim kısmı da değil şarkının ama manwhaya en oturanı gibi geliyor- copy-paste ederim. Hangi parça olduğunu bilmeyen ve merak eden varsa o da google'a copy paste eder...

love will be the death of
my lonely soul brothers
but their spirit shall live on in
the hearts of all lovers

3 Aralık 2008 Çarşamba

Yıllık

Ben: Ya ben bu yıllık yazısı işini düşündüm de..*popüler bir kişinin sayfasında yazmış kişi sayısına bakarak*1..2..3.. benim okuldan 25 tane arkadaş diyebileceğim adam yok ki!
C: *C. geçen senenin yıllığında, her dönem her okul ve her yıllıkta bulunan; yazıları büyük punto ile yazılmış ve buna rağmen tek sayfa tutmuş "arkadaşsız" kişilerden birini göstererek* Ya haklısın ama Charlotte, biz bu olamayııııız! Olamayıııız!
B: Hassiktir, C. lan, biz galiba oyuz! Asosyal büyük puntolu yıllık yazısı insanıııı!!!
C: Hayıııııır!!!

Üslubumun kusuruna bakmayınız ancak adının baş harfi geçen arkadaşım dünyanın en "ağır abi" tandanslı konuşan kızlarından olup benim de ağzımı bozma yeteneğine sahiptir. Bu noktada C.'nin obzervasyon yeteneğini kutlamak isterim. Adi kadın feci güldürdü beni. Onun yıllık yazısını isterim işte :D

P.S: Elinizdeki kültürel materyalin ya da bulunduğunuz ortamın renklenmesi için bir adet kısa saçlı "soon to be a lesbian" sinyalli teyze yeter. Yehu!

1 Aralık 2008 Pazartesi

This and That

Inbox'daki tek mail'in yaoi sitesinin tekinden geliyor olması acı bir durum...
Bu ara kafamı kurcalayan çok şey oldu ama sanırım hiçbirini yazmayacağım. Tek diyebileceğim yakın tarihte benim için eğlenceli ve büyük bir olay var. Onun dışındaki diğer her olay boktandı zaten. Uzun bir yazı yazacğım bir ara. Olanlar üzerine olmasa da kafamda kurduklarım hakkında..
Bir de Depeche Mode'a bilet istemekteyim, en kocamanından hem de. Bedava bulma imkanım sıfıra yakın sanırım ama böyle 80 ytl'lik piyango falan çıksa sevinirim yahu~~
P.S: Gossip Girl izlemeliyiiiim, Chuck görmeliyiiiiim!

25 Kasım 2008 Salı

Give Me Coffee & TV

M. A.'yı alnından öpüp tebrik etmiş dünün başarısı için. 15 yaşındaki etkilenmiş kız geri dönüp kıskandı bayağı bir. Ki komik o kız 15 yaşında da kıskançlıktan uzaktı şimdi de. Böh, bazı insanların yarattığ takıntı aptal saptal zamanlarda kendini hatırlatıyor. Biz de onları bir kez daha evden kovuyoruz...
Benim bir uyanış yaşayabilmem lazım. Korkudan denememi kontrol etmeyi reddediyorum her zamanki gibi. Kendimi kahve kokulu mumumda boğmam da işe yaramadı. Bir süre sonra burnum sızladı sadece...
Cidden ya, çok geç olmadan bir şeyleri değiştirmem gerek. 15 yaşındaki kızın tembelliğinden arınıp görüntüsüne bürünmem lazım en kısa zamanda. Hayatımı bir diziye ve beni ayakta tutacak kadar kahveye bağlamamam lazım(bir dakika dizi konusunda haklıyım da şimdi yazınca anladım, benim tam olarak sadece kahve moduna ihtiyacım var!) Hatta şimdiden başlıyorum evet.. Önce bir kahve yapayım ama~~

P.S: Porselen Hanım'ın kucağına kendimi monte edip kahve ve karanfilli duman kokularında yüzesim var çok pis... "Çok pis"in altını çizerim...

20 Kasım 2008 Perşembe

Me Wants!


Evet hem gördüğünüz fiber-optik duvar kağıdını hem de Marilyn Monroe'yu istemekteyim. Mümkünse pek tabii ki...
Çok kocaman sevdiğim bir site sağolsun(hayır tabii ki paylaşmayacağım siteyi...).

P.S: Dövmemi yaptırdığım gün N. ve Ç. ile oynadığımız minik oyunda Marilyn'in adı geçse "I would" derdim bu arada, aklıma geldi belirteyim dedim :) ~~

15 Kasım 2008 Cumartesi

First I'm Gonna Make it Then I'm Gonna Break it till it Falls Apart

Günlerden cumartesi, saat 22:36 ve ben küçük çaplı bir kriz geçirmekteyim. Huzur bulabileceğime tek inandığım Suadiye'ye gidebilmeyi isterdim. Fonda Bring on the Dancing Horses çalsın (by Monsieur Bunnymen) , bir dolmuşla boktan ışıklandırmalı sahil yolundan önce Bostancı'ya sonra Suadiye'ye, camlar da azıcık açık olsun. Umarım yollar da ıslaktır, ışıkların yansımasını seviyorum çünkü. Gizli gidilen konserlerden ya da filmlerden sonraki dönüş yolculukları gibi. Yolculuktan sonra da geriye kalan tek materyal Earl Grey olur ki kendisinden daha egzotik ve lezzetli çaylar olabilir ancak onun kadar nostaljik ve klasik bir çay daha olamaz. Sonra arada ne kadar uyku bastırırsa bastırsın sabaha kadar ayakta kalmak ve konuşmak istiyorum. O süreye kadar da bir paket Djarum bitmiş olur hem. 2 haftadır ağzıma sigara koymadım, öyle aptal oyunlarım vardır "Bakalım ne kadar dayanabileceksin" gibi, bir şeye abandığımı görünce sırf ceza olsun diye kenara atmak. Sanırım yaşım şu anda yaşadığım hayat için fazla büyük ve artık sabahın köründe kalkıp üstüme bir üniforma geçirmek ağır geliyor. Her şeyi siktir edip kıçımı tıpkı 3 yazdır ve yaklaşık 10 senedir -aralıklık olarak- yaptığım gibi Suadiye'ye monte etmek istiyorum ben. Ya da Suadiye'dekiler neredeyse oraya.. Dizilerdeki insanları kıskanmaktan ve saçımın dökülmesinden bıktım çünkü.
Özledim~~

9 Kasım 2008 Pazar

Totally Tubular

Geçen yazıda bahsedince kendisinin varlığını bir kez daha hatırlamış oldum üstelik komik olan bir hafta önce Criminal Minds izleyip varlığının suratıma çarpmaması da dna'in sitesine girince hatırlamam, halbuki oradaki fotoğrafı da kafa çevirttirecek nitelikte değil. Tercüme etmek gerekir ise;
Senelerden 2006, seri katiller konusunda muhteşem bir zaafı/merakı/obsesyonu/adı artık her neysesi olan bendeniz dizimax'te başlayan Criminal Minds dizisi ile pek mutlu olmuştum. Zira ilk sezon gerçekten kalitelidir, aynı konularda merakı olanlara izlenmesi tavsiye edilir vs öte yandan önce gidiniz Dexter izleyiniz neyse, konu bu değil. Diziyle birlikte gözümden kaçması mümkün olmayan birini de fark etmiş bulundum = Dizinin nerd, psikiyatri mezunu genç analisti Dr. Reid a.k.a Matthew Gray Gubler. Tamam çok androjen, tamam fizik olarak çok düzgün hatta just the way we like it ancak ve ancak gözlerimin ekrana daha bir dikkatle bakmasını sağlayan en başta kendisinin de bir seri katil havası taşıması + ezik nerd şahsiyet olması + hastalıklı görüntüsü idi androjenliğinden falan önce. Eh tabii bütün bu durumlar ilk bölümden ilginizi çekiyorsa ekran başına yapışır vaziyete geliyorsunuz. Hatta B.'nin buralarda olduğu ve arada bende kaldığı yaz ilk sezonun yanılmıyorsam 17. bölümünü çığlık çığlığa izlediğimizi de hatırlamaktayım.
Öte yandan böyle "Ya canııım ne kadar nerd ne kadar garip varlık böyle!" denilen tipler genelde "Hahah! Gerçek hayatta böyle miyim sanıyorsunuz, oh gelin size groupie'lerimi ve groupie olmak isteyenler kuyruğunu göstereyim hahahahah!" çıktığından dayanamadım ve "Acaba karakter olarak nasıl biridir?.." diyere yine aynı sene araştırmaya girmiştim. İşte bu sayede de http://www.matthewgraygubler.com/ 'u bulmuş oldum. Eğer siteye girip görürseniz anlarsınız ancak özetlemek gerekirse kendisi dünyanın en muhteşem insanlarından biri. NYU'nun Yönetmenlik Bölümü'nden mezun olması, Cadılar Bayramı Takıntısı, Lisanlı bir sihirbz olması muhteşem illüstrasyonlar yapması, garip takıntıları ile kendisine tapmaktan başka çareniz kalmıyor ki siteyi açar açmaz dizayn sizi vuracaktır eminim. Sırf konuşma dili bile kendisine karşı "Canıııııım!" diye bağırarak koşma isteği uyandırıyor.
Sitesindekiler dışında kendisinin oldukça komik ve eğlenceli kısa filmleri olduğunu, The Life Aquatic with Steve Zissou (by Wes Anderson)'da kıvırcık saçlar ile Intern #1 olarak gezindiğini dahası yakın zamanda Pornstar ve 500 Days of Summer adlı iki filmi ile kendisini bol bol görebileceğimizi (ikinci filmde Joseph Gordon-Levitt varmış bu arada yehuuu! Beğenenler için Zoey Deschanel de var ama kendisi not my cup of tea...) bir de son olaak Alvin and the Chipmunks'ta Simon'ı yani mavili ve de gözlüklü sincap Simon'ı seslendirdiğini belirtmek isterim. Üstelik kendisi o kadar heyecanlanmış, o kadar sevinmiş ki bu rol için. Canııııııım!
Öhöm, özetle, bir sitesine girin bakının, kendisine karşı hislere sahip olmayacak olsanız da en azından o muhteşem illüstrasyonların bir görülmesi gerektiğine inanıyorum. Son olarak bir bilgi, The Killers dinlemem ancak dinleyenleriniz varsa ilk albümdeki Mr. Brightside'da hani "Now she's touching his chest", Somebody Told Me'de ise "You have a boyfriend who looks like a girlfriend" gibi cümleler geçer ya, işte o chest Matthew'un, girlfriend'e benzeyen de ta kendisi çünkü Brandon Bey'in sevgilisini kapmış olan kişi o. Hoş sonrasında Don't Shoot Me Santa'nın klibini de o çekti, ben de anlamadım ama her neyse~~
P.S: Nedense Ellen Page ile Matthew Gray Gubler birlikte mükemmel çifti oluşturabilir gibi geliyor. Hmm belki ikisine de ayrı ayrı bayıldığımdandır?...
P.S2: Yazıyla alakasız olarak, Porselen'e kocaman teşekkür ve öpücük çünkü kendisi bir parça selülozdan harikalar yaratabiliyor~~
P.S3: Zamanım olsa da Tell Me You Love Me izlesem yaa, izleyen var mı?
P.S4: Chuck giderek daha mı şahane oluyor yoksa bende ciddi bir manyaklık mı var?...

7 Kasım 2008 Cuma

Katie as a Model

Moda ile belli bir derecede ilgili olduğum söylenebilir. Delicesine ilgili değilim belki ancak "Lütfen bir çift Oxford'a sahip olayım!" gibi bir cümle de kurabilecek seviyedeyim. Öte yandan son birkaç yıldır model tarzındaki androjen gidişat beni oldukça sevindiren bir şey(çok şaşırdınız eminim...).. Boyd olsun (gençliği tabii, sakal bıraktığındn beri bitmiştir benim için), Omayhra olsun, Paul Boche (my favorite <3 ) , Martin Cohn falan bunlar güzel şeyler. Bu noktada Agyness demiyorum kesinlikle çünkü kendisini sevmiyoruuuuum, adını verdiğim diğer kişiler aksine hiçbir özelliği olmayan bir hanımefendi benim için (hanımefendi sözcüğünü vurgularım bu noktada). Neyse, sırf androjenlik bir kenara, belli bir "garipliğe" sahip modelleri de seviyorum. Özellikle Burberry'nin Patrick Wolf'u ve Eddie Redmayne'i kullanmasını pek sevmiştim.
Tüm bunları söylememin nedeni ise şu, Thieves'i dinlerken The Organ'dan aklıma Katie'nin(Sketch) modellik kariyeri falan geldi. Minicik bir araştırmaya girdim ve çok tatlı birkaç şey buldum. Katie'de bahsettiğim androjeni ve o gariplikten fazlasıyla var. Dolayısıyla her ne kadar müzik kariyerine bağlı kalmasını istesem de modellik kariyerini de desteklediğimi belirtmeden geçemez ve de fotoğraflarını paylaşırım~~






P.S: Paul Boche dna'dan ayrılmış ya, hoş iyi yapmış sanırım. Dahası çok gerekliymiş gibi Sheemar Moore'u almışlar, dna'deki bu Criminal Minds hastalığı nedir bilemiyorum ki her ne kadar model olarak çok iyi bazı pozları olsa da (sanırım Guess için yapılan çekimleriydi hatta o çok iyi olanlar) Matthew Gray Gubler da terk etsin dna'i kendini tamamen aktörlüğe ve yönetmenliğe versin! Aklıma geldi ya, onun balkabağı alerjisi geçti mi acaba, Cadılar Bayramı'ydı hem geçen hafta, umarım geçmiştir, sever o Cadılar Bayramı'nı, öhöm neyse...

1 Kasım 2008 Cumartesi

"XOXO"

Kendime inanamıyorum ancak saat 03:07 olmasına rağmen online izlediğim Gossip Girl'ün ikinci yarısının yüklenmesini beklemekteyim şu an. Başa saralım;
Gossip Girl'ü taa geçtiğimiz mayısta mı ne duymuştum, üstelik de afterellen'da raslamıştım (kelimenin rastlamak değil de raslamak olduğunu öğrenince kriz geçirdim bu sene, ama neyse...)komik bir şekilde. Sonra sınıfta bir iki insanın da bahsetmesiyle merakım iyice arttı ancak onca j-drama, Lost vs. vs. derken unutmuşum ya da umursamamışım.. İşte bu unutuştan sonra cnbc-e'nin Gossip Girl'ü yayınlamaya başlayacak olması haberini süper bulmuştum, kafamı dağıtacak dizilere ihtiyazım vardı, bu da adaylardan biri olurdu falan filan.. Eh şu ana kadar 7 bölüm yayınlandı cnbc-e'de ve ben o 7'nin altısını izlemiştim, tepkim ise "Ee güzeeel, beğendim yani de eh işte..." olmuştu. Her şeyin değişmesi ise cnbc-e'nin en spoiler'lısından 7. bölümden görüntüler vermesi ile değişti. Görüntülerdeki şeyleri tabii ki söylemiyorum ancak dizi için bir "Huaaa neler oluyor be!" dedirtecek değerdeydi onu söyleyebilirim. Ve de ilan etmekteyim, her şey 7. bölümden itibaren başlıyormuş! Olayların bariz bir şekilde twisted hale gelmesini görüyorsunuz ve bir anda dizi "Azgın ve zengin gençler topluluğu"ndan çıkabilir hale geliyor. Özellikle en başta tiksindiğim bir karakterin şu anda favori karakterim haline gelmesi olayı açıklar diye umut ediyorum. Eğer ki dizinin bir iki bölümünü izleyip bayanlardansanız dişinizi sıkın, 7. bölüme kadar gelin, sonra karar verin. Ha tabii 7'yi beğenmezseniz diyecek bir şeyim kalmaz ancak ben özellikle 7. bölümde oluşan bir durum için "Vuhuuuuuu!" diyorum. Bir de üstü kapalı spoiler veriyorum bir cümlelik;****spoiler başlar*** pezevenk karakterlerin ezik ve acı çeken aşık özelliği ile büründürülmesi en eğlenceli durum oluyormuş evet******spoiler biter****
How I Met Your Mother konusunda bile önyargılı olabilmiş bir insan olarak kaldırın kıçınızı der ve de yüklendiğine inandığım bölümüme doğru koşarım (5 bölüm izledim akşam akşam daha vaktim olsa izlerim ama sınav mınav çalışmak evet dolayısıyla uyku)!

31 Ekim 2008 Cuma

Yıldız

Bakınız geçen yazımda ne demişim "bla bla bla, dövme yaptırmak istiyorum, bla bla bla" ... İşte bugün *çok* spontan bir şekilde dövme yaptırdım. Dershanenin bugünlük olmaması sayesinde Ç. ile buluşmuş çay içmekteyken N.'ciğim de geldi, duble mutlu oldum. Sonra, konuşma nereden ne ara çıktı hatırlamıyorum da ben bir anda "Bugün dövme yaptırıyorum!" derken buldum kendimi. Cesaret için bir çay daha içtikten sonra (oh Earl Grey~~) çevredeki üç yere gidip üçünden de para olarak aynı cevabı aldıktan sonra diğer "Röarhg dövme yaparız biz, gnar gnar dövmeci amcalar!" havasından uzak mekana geri döndüm, ve de bana oldukça uzun gelen bir hazırlanma süresini aptal/gergin şakalar yapıp geçirdikten sonra bir adet dövme yaptırdım. Ver de rahatlıkla söylüyorum; acımıyor işte! ayrıca pek de tatlı oldu, çok çok beğendim kendisini. Hoşgeldin diyorum ve bundan sonraki adım saçlardan kurtulmaktır diye ekliyorum! Şimdilik budur evet, ayrıca bu sene olmadı ama seneye Cadılar Bayramı'nı belli kişilerle (siz bayanlar biliyorsunuz kim olduğunuzu ;) ) bol miktarda turuncu şeker, hayalet şeklinde kurabiyeler falan eşliğinde geçirmek istiyorum. Tekrar ederim; bu sene çabuk geçmeli -_- !

P.S: Geriye tek bir şey kalır o da bu dövmeyi vaftiz etmek :) ~~

19 Ekim 2008 Pazar

Landmark

Verdiğim "ara" düşündüğüm kadar da uzun olmamış gibi, öte yandan bu hafta içerisinde Kandinsky üzerinden bir quiz olacağımız bahanesiyle ve bu bahaneyi güçlendirmek namına kenara doğru büzüştürdüğüm bir wikipedia sayfasıyla bilgisayar başındayım.. Televizyon da açık üstelik ve az önce Tila Tequila'nın arka tarafı açık bir deri pantolon ve kovboy şapkası ile bir kızla "rodeoculuk" oynadığını görmüş oldum... öh...


Canım deli gibi film izlemek istiyor, böyle obsesyon üzerine, çığlıklı bir film (çığlık derken tabii ki korku çığlığı değil -_- ...) Öte yandan vaktim yok ve televizyonda rastlayıp da izlediğim filmler oldukça boş şeyler ki ben de boş olsunlar istiyorum zaten.. Örneğin son izlediğim homo-erotik emo masallığındaki Büyük İskender türünün diğer örneklerine kıyasla fena olmayıp oldukça eğlendiren bir yapıya sahipti. Sanırım Büyük İskender (film yani Colin Farrell değil...) kadar homo-erotik ve emo olan tek şey 16 yaşındaki bir emo'nun yatak odasıdır.. Desteklemekteyiz... Neyse işte, ben beni etkileyebilecek bir şey istiyorum ama. Böyle hayatımın filmlerinden olacak bir film istiyorum.. Bulamıyor ve de geçen sene ilk izlediğimden beri bilgisayarımdan silmediğim Eternal Summer'ın sahnelerini karıştırıyorum :/ ..


İlk boş zamanımda böyle bir yere gitmek istiyorum. Şehir dışı falan olmak zorunda değil ama elimde fotoğraf makinam mahalle gibi bir yerde dolanmam lazım sanırım..


Dahası Boğaziçi'ne girmek zormuş evet, tahmin ettiğimden de zor, aptallık derecesinde zor..


Bu sene çabuk geçsin, ben saçımı kestireyim(N. durumu "piyasaya dalmak" olarak yorumladıysa da karşı çıkıyorum, hiç öyle bir niyetim yok :) ), dövme yaptırayım falan istiyorum...

Son olarak; my gaydar can kick your gaydar's ass, bir kez daha kanıtlanmıştır :P



Pöff...





P.S: Ç. haber verdi, Gale Harold motorsiklet kazası geçirmiş öte yandan iyileşmekteymiş. Çabuk iyileşmesini diliyor ve de pek bayıldığımız asi şahısların kafayı çok pis kırma ihtimalleri olduğunu hatırlıyoruz..

Sağdaki Gale oluyor evet, umuyoruz Randy Harrison hastaneye ziyarete gittiğinde benzeri sahneler yaşanır, tabii...

P.S2: Landmark ne güzel bir şarkıdır, Salyu ne kadar güzel bir sese sahiptir, Lilly Chou-Chou'ya sapıklık derecesinde bağlı olmak normaldir, evet... Ç.'ye bir sürü teşekkür, çaylarını beğenmiştir umarım :)

6 Ekim 2008 Pazartesi

The Imaginarium of Doctor Parnassus

Okula dönmeden önce uzun zaman boyunca göndereceğim tek yazı olduğuna inandığım bu yazıyı da gönderip sezonu öyle kapamak istiyorum. O yüzden there we go;
Çoğu kişi hala Heath Ledger'ın Joker'inin etkisinde olsa ve o etkide kalmak istese de Heath Ledger'ın ölümünden çnce bir yapımda daha yer aldığını ve film tamamlanamadan öldüğünü öğrenen ben şimdi *o* filmden bahsedeceğim.
Filmin adı The Imaginarium of Doctor Parnassus. Yönetmen ise Fear and Loathing in Las Vegas ve 12 Monkeys gibi filmlerden tanıdığımız Terry Gilliam. Verdiğim örneklerin adları her ne kadar büyük olsa da bu sefer Terry Gilliam hepsini aşacak gibi görünüyor. Özellikle görsel açıdan filmin sahip olduğu hava şahane. Bütün film karnaval posterlerinden çizimlerin stiline sahip bir dünya gibi. Konu ise gezgin bir tiyatro kumpanyası ve bu tiyatro kumpanyasının başındaki kişi Tony ile ilgili.
Bir ilginçlik ise şu; Tony yani Heath Ledger'ın oynadığı karakter aktörün ölümü ile "boşta" kalmıştı. İşte o boşluğun doldurulması için 3 kişi geldi. Tony karakterinin 4 farklı kişi tarafından canlandırılması da her farklı dünyada farklı bir bedene sahip olması ile açıklanıyor. Ah o diğer 3 kişi mi kim? Açıklıyorum; Johnny Depp, Jude Law ve de Colin Farrell... Ya da başka bir deyişle genç kızların hasta olduğu kim varsa. Johnny Depp'e karşı duyduğum hormonlu sevgi dışında diğer iki kişiye de çeşitli nedenlerle sempatim var o yüzden kadro beni çok sevindirdi. Bunun dışında bu üçlünün filmden kazandıkları parayı Heath Ledger'ın değiştirme fırsatı bulamadığı vasiyeti yüzünden kendisine hiç para kalmamış kızı Matilda'ya verecek olmaları da feci tatlı bir davranış, dolayısıyla alkışlıyorum.
Film 2009'da vizyona girecek büyük ihtimalle. Heyecanla beklemekte ve aşağıdaki trailer'ı fırsat buldukça izlemekteyim;

5 Ekim 2008 Pazar

Muhteşem Manga Keşfi!

Bunu söylemem için çok erken ama dayanamıyor ve de söylüyorum; Hourou Musuko! Manganın adı bu, genre olarak ise gender bender diyebiliriz ancak genel olarak akla gelen tatta değil. Genellikle gender bender'larda ya kızımız oğlana aşıktır okula çaktırmadan gelir ya da oğlanın kimliğini saklaması lazımdır falandır ve de filandır. Bu sefer olay biraz daha Ma Vie en Rose tandanslı. Başroldeki oğlumuz Nitori-kun daha 5. sınıftadır falan ama durumlar daha ilk chapter'dan belli olmaya başlar. Bir de kendisinin yeni okul + sınıfında edindiği ilk ve de çok yakın arkadaşı Takatsuki-kun vardır ki kendisi bir kız olmasına rağmen yakışıklı bir erkeğe daha çok benzemektedir. Tabii olay "Erkeksi lezbiyen ve feminen gay" basitliğinde değil ki o kadar "cinsel" bir durum da yok mangada. Olaylar çocuk tatlılığında ilerliyor ve çizimler de o çovuk tatlılığını ifade etmekte çok başarılı.
Bu noktada belirtmeden geçemeyeceğim, 3. chapter'ın adı "Oscar and Andre" ^__________^ Neden olduğunu okursanız anlarsınız, "Oscar ve Andre ne lan?" diyenleri ise şöyle alıyoruz; http://en.wikipedia.org/wiki/Rose_of_versailles
Kendimi tutamaz; "Oscar-samaaaaaaaaa!" diye Japon genç kız modunda bağırırım, öhöm...
Son zamanlarda okuduğum mangaların shoujo miktarının son chapterlarda artması ile elimi ayağımı bir kez daha shoujo'dan uzak yerlerde muhafaza eden biri olarak şiddetle tavsiye ederim (hoş bir tanesi twisted'dı böyle kız 27 yaşındaki üvey babasına aşık oluyor, anne 3 yıl önce ölmüş falan filan, kız da 16 yaşında ama işte feci kız tripleri yapıyor, çekilecek gibi değil, öhöm neyse...).
Oh az önce de şahane bir shonen-ai buldum sanırım, bir de site keşfettim, çok bereketli bir gün oldu.. Bendeniz 3. chapter'a devam edeyim şimdilik, mangayı merak edenleri ise aşağıdaki linke yönlendiriyorum ^^ ;
http://www.onemanga.com/Hourou_Musuko/

1 Ekim 2008 Çarşamba

10 Things I Hate About You ;_;

Kafamı tam mangadan kaldırıp geometriye daldırmışken 10 Things I Hate About You'yu (the best romantic teen comedy evah! ) veren Cine 5'e küfür mü edilir yoksa "Ay canııım ;_____;" diye boynuna mı atlanır karar veremedim...
Ay dublaj da tam kıvamında, ancak bu kadar dandik olurdu. Hele Joseph Gordon Levitt, Heath Ledger ve Julia Stiles'ın babasının sesi ;_;
Cidden, Heath Ledger ölmedi değil mi?...

"Oh that is so cliché!"

Geometrinin getirdiği baş ağrısından kurtulmak namına en güzel yol olarak shoujo manga okumayı seçmiş bana neden bunu yapmak?
Başa sarıyorum, en başa; shoujo manga, her ne kadar dandik falan da olsa, entrikalarıyla insanı boğazlasa falan da sevdiğim bir tür, jönleşilmediği sürece tabii. Zaten ana oğlumuz jönse baştan kaybediyor manga ancak eğer ki ana karakterlerden biri ezik, travmalı falansa ya da -ki favorim sanırım bu- asi gençlik/kötü çocuk triplerinde ise tamamdır, manga onayımı alır anında okurum yehu derim falan.
*Spoiler* : 3 - 4 gün önce de şans eseri yıllaaaaaar (maksimum 1,5 sene başka bir deyişle) önce kocaman bir resmini bulup "Aman da aman ne şahane çizimmiş, yerim ben bunu!" dediğim ama adını almaya tenezzül bile etmeyip "Yaaa yarın bakarım adına sonra araştırırım yeaaa" dediğim bir mangayı buldum. Pezevenk kötü çocuğumuz ve de kendi halinde kızımız ki bu kız da jön basketbolcuya aşık falan fa filan. İşler komik ve güzel başladı falan, şu anda da 4. volume'de falanım sanırım. Ama işler iyi başlamış olmasına rağmen nedense her shoujo mangada olduğu gibi aynı geyikler dönmeye başladı ki delirtiyor tam anlamıyla. Her chapter'a olayları bozacak yeni karakter mi istersiniz, oğlanı evlendirmeye çalışan kötü kalpli babaanne mi istersiniz, oğlan yanına oturmadı diye "Ah sanırım o bana benim ona baktığım gözle bakmıyor, o zaman ühü..." diye ağlamaya başlayan kız mı istersiniz -ki belirteyim çocuk iki chapter önce kıza daldı falan- artık "mükemmel" bir shoujo oluşturmak için gereken her şey var.
*Spoiler biter*

Shoujo'nun Klişeleşmesini engellemek için;

- Karakter hoşlandığı kızın başka biriyle öpüştüğünü gördüğünde (aynısı kız için de geçerli) krize girip, çaktırmamaya çalışıp, gözleri sulanıp sinirli gülümsemesini takınarak kaçmaya çalışmasın. Araya katılıp katılamayacağını sorsun, cevap "Hayır..." olursa "Haksızlık!" diye bağırsın ve somurtarak sırasını beklesin -tabii ki olay mahalinde-

- Asi çocuk motora binmek dışında bir spor ile uğraşmasın! Basketbolmuş, koşuymuş falan yalan bunlar. Hele ki içinde top bulunduran sponlardan özenle kaçınsın, en fazla tenise izin veriyoruz. Top barındırmayan sporlardan da yüzme ilk tercihimiz. Onun dışında yok spor mpor size, dağılın!...

- Tanımadığı kızlar çocuğun boynuna "Oh X sonunda senle görüşebildik!" falan gibi bir replikle atlamasın, zira ilk defa tanıştığınız insanların boynuna ağlayarak atlamazsınız. Tabii hiç görmediğiniz anneniz/babanız/kardeşiniz falan değilse ki manga içinde böyle bir durum varsa baştan kaybettiniz...

- Asi çocuk kızı taşımak zorunda kalmasın, gerekirse tekmeleyip uyandırsın. Kızlar asi çocukların üstüne düşmesin. Oğlanlar asi çocukların üstüne düşebilir ama, tercihen çok kıyafetleri yokken ama her şekli kabül.

- Kız her öpüşmeden sonra "ilişki"den şüphe etmesin. oğlan da kırk yılın başı öpmesin, madem bir kere daldın o zaman istikrarı koru. Ya da kızı terk et ve en yakın arkadaşın olan çocukla takıl...evet...

- Kız, biliyoruz küpe, deri, asi - umursamaz tavırlar falan şahane. Evet siyah saç da pek bir karşı konulmaz öte yandan sen de bir değişiklik yap ve asi çocuğun ablasını falan götür. Ya da jön çocuğun ablasını götür, ya da kız kardeşlerini. Ya da daha iyisi, "rakibin" olan kızla neden rakip olasınız, birlikte takılın, yehu, problem solved!


Şimdilik budur, bunu Japoncaya çevirip Japonya'ya gönderdiğim zaman haber veririm..evet..

P.S: Monkey Island oynayan?
P.S2: Neden kimse Björk'ün kuğu elbisesini sevmez, ben seviyorum ._. !

26 Eylül 2008 Cuma

Bir Filmekimi Faciası Daha

Filmekimi ile aramda oldukça garip bir ilişki var... Kendileri görmeyi gerçekten çok istediğim filmleri getirirler her sene. Hem de gerçekten çok istediğim filmleri (bkz. Une Vieille Maitresse , Persepolis etc.) ancak İKSV'nin azizliği midir nedir bilemeyeceğim, her sene de o çok istediğim filmlere bilet bulamam ben (yukardaki bkz.'ları tekrar buraya yerleştirin). Gittiğim filmler de boktan çıkar mesela (bkz. Time - Kim-ki Duk)... Sonra o çok görmek istediğim filmleri başka şekillerde elde ederim, bayılırım ederim falan filan...
Bu senenin ise tek bir farkı vardı. Daha önce de bahsettim ÖSS falan diye.. İşte o üç büyük harf yüzünden bu sene sadece bir filme gitmek istemiştim arkadaşlarımla ki gelmesini şiddetle beklediğim 3 - 4 film vardı toplamda ama zaman uygunsuzluklarını da hesaba katıp çok çok çok görmek istediğim Blindness'da karar kıldım. Tabii Gael Garcia Bernal ve de Yusuke Iseya adlarını duyunca benle gelecek insanları da ikna etmek gayet rahat oldu falan filan... Neyse özetle dün ( = biletlerin satışa çıktığı gün) üşenmedim sıraya girdim, 20 dk falan bekledim, arkamda sırada olan öküz ötesi heriflerin muhabbetine mağruz kaldım ("The front is boobs the back is ass!" diye anlatıyorlardı yabancı arkadaşlarına), dünyanın en iğrenç kızlarından biriyle çıktığı okulda kendisiyle yiyişirken ortaya çıkan yakın arkadaşıma rastlayıp sesimi çıkartmadım falan bu kadar da mutlu bir insandım. Sıra bana gelince ne oldu? Doğru tahmin; yer kalmamıştııııı!!! Salonun 200 kişiyi alabileceğini farz edersek ilk günden 200 bilet de satılmıştı! Yehu! Ne şahane değil mi? Ben ne yaptım peki? Biletix amcasına "Ööö... peki..." dedim ve kendimi Kadıköy'e atıp etütlerim başlamadan önce test çözdüm. "Bilet ister misin bak alacağım" falan gibi soruları sorduğum arkadaşlarımın bir kısmı da cevap vermeye bile tenezzül etmedi üstelik...
Olay Filmekimi değil aslında, nasıl olsa festivaldeki filmler biraz geç de olsa geliyor. Çok tutulmuşlarsa hemen geliyorlar (Kim-ki Duk'un Rüya'sı mesela eminim anında vizyona girer, aynı şekilde Miyazaki'nin son animasyonu da...) ama zaten sosyal aktivitelere falan çok bulaştığım yok, arkadaşlarımın yüzünü görememek bir kenara konuşamıyorum bile, bir tane filme gitmek istiyordum işte o da yalan oldu...
Bu sene artık festivallerde falan tek filme gidebileceğimden Lale Kart almayacağım ama seneye bırakın kardı, gönüllü olacağım her boka. Bu ne ya, o 200 kişi arasında eminim sinema konusunda benden daha az bilgili ve daha az keyif alan tipler vardır (bkz. "Sevgiliiim ben Filmekimi'ne gideceğiiim sen de gelsene birlikte gideriz?..." "Eh peki olur hayatım, ne filmi?"..) ama işte... Fazla sızlanıyorum ben, evet evet, neyse en olmadı DVD'den izlerim hepsini bir boş zamanımda hem daha mayısta Depeche Mode konseri var...

21 Eylül 2008 Pazar

Kim Neyi Abartıyor?!

Öyle "Hmm içinde bulunduğumuz toplumda gelişen olaylar..." modunda takılmak istemiyorum ama son birkaç gün içersinde fazla delirtici olaya rastladım.

19.09.2008

Çeşitli nedenler yüzünden Fox Tv açık, saat 22:00 haberlerinin özetini geçiyorlar. Başlık şu: "DTP bu sefer abarttı! Dertleri kapatılmak mı? DTP Şırnak'ta bir okulun önüne sıralar koyup çocuklara Kürtçe öğretmeye çalıştı!" ... EEEEEEEEeeeeeeEEEEE????? Hatta dayanamayıp en kocamanından bir "SO WHAT?!" Geri zekalı Fox TV zihniyetine mi sıçayım, Kürtçe'nin hala tabu olmasına mı sıçayım bu ülke dahilinde, hedef gösterilsin saldıracağım valla ki saldırıyorum da! Ne demek ya, dilimi, ana dilim olması gerekirken kabul görmeyen dilimi bir sonraki nesle, çocuklarıma aktarmamdan size ne lan? Sokakta da öğretirim evde de öğretirim! Abartmışlarmışmış, ben hemen sşze abartma örneklerini vereyim bakınız abartma nasıl oluyormuş...

20.09.2008

Bir kez daha haberler, sanırım bu sefer de şans eseri Star, durum şu, Kayseri ya da Konya'da -cahilliğimi bağışlayın hangisi hatırlamıyorum sinirden- çekilecek bir belgesel için Bizans Dönemi olduğunu göstermek için asılan haçlı bayrakları gören halk deliriyor ve bağırıyorlar: "Gericiysek gericiyiiiiz! Müslüman ülkede böyle şey olmaaaaz! Müslümanız biiiiiz! Haç olur mu leeeeeyn! Kaldıracağksıııınn!!! Bunu görüp de bir şey yapmayan Türk olamaaaaaz!!!"
EEEH ULAN! Kim müslüman ulan kim?! Ben değilim var mı?! Türk de değilim müslüman da değilim, sizle beni aynılaştıracak her şeyden vazgeçiyorum! Aynı olmasa bile vazgeçiyorum pislikler, sırf aynı sınır içinde yaşıyoruz diye herkesi müslüman ve Türk yapma hakkını size verenin ebesini ben...

21.09.2008

Cnbc-e, bildiğim topraklar.. Rtük adlı yandan yemiş ahlak polisinin yazısı çıkıyor: "Closer adlı dizi Türk aile yapısına uymayıp manevi değerlerimize cart curt yaptığından biz bu kanalı şu esnada özür dilemeye zorluyoruz, hohoyt!"
TÜRK AİLE YAPISI NE DEMEK BEEEE?!!! Siz beni gerçekten delirteceksiniz anlaşıldı. Tabii en ahlaklı ve en şahane ırka sahip olduğumu*z* için böyle pis gavurlar bizi bozsun istemeyiz. Yalnız yaşayan cinayet masası dedektifi falan bozar böyle şeyleer bizi, hele de "evlenmeden oluyor"sa onun için. Cık cık cık, Cnbc-e ayıp değil mi? Sen Türk değil misin? Senin ailen yok mu? Bak bizim başkana, aile yapısından en iyi anlayanlardan biri çünkü dolandırmadığı aile kalmadı zaten ülke çapında...

Zaten aile yapısıymış, ülkeymiş, dinmiş sorguladığım kavramlar, ama yani böyle de üst üste gelmez herhalde. Giderek yaşanmayacak seviyeye getiriyorlar burayı klişesini söyleyemeden geçemeyeceğim ama gerçekten öyle.

Devrim istiyorum ben, en kocamanından...

18 Eylül 2008 Perşembe

Louis Garrel + Cristophe Honoré = Yummy!


Madame de la Fayette'in La Princesse des Cleves'inin (yanılmıyorsam tabii) modernize edilmiş versiyonu olan La Belle Personne geçtiğimiz hafta bir Fransız kanalında gösterilmiş. Filmin sinemaya düşeceğini zannetmem ancak ele geçirir geçirmez izleyeceğimi söyleyebilirim zira Honoré'nin Les Chansons d'Amour'unu izlediyseniz kendisinin elindeki malzemeyi ( = Louis Garrel) full kapasitede kullandığını görmüşsünüzdür. Filmde Louis Garrel dışında yine Les Chansons d'Amour'daki breton asıllı çocuğumuz (kalın kaş, über gay, ve evet filmde başka oğlan yoktu zaten Louis'ciğim dışında) da bulunmaktadır -ki bence pek iyi değil ama ne yapalım- . En kısa zamanda filmin gelmesini diler ve izledikten sonra görüşlerimi -eğer ki filmden etkilenirsem- belirteceğimi bildirmek isterim. Son olarak filmi bilemeyeceğim ama Louis Garrel'ciğimin filmdeki halinden şimdiden etkilendim, öeah...


P.S: Fransızca'da sevdiğim geyiklerden bir tanesi de beau-belle durumu. Türkçe'deki yakışıklı - güzel aksine aynı kavramın yani güzel olma durumunun erkekler için beau kızlar için belle olarak ifade edilmesine saygım büyük. "Eh onlar da ayırıyorlar bak" demeyiniz çünkü Fransızca'da ne yazık ki her bok feminin masculin diye ayrılıyor. Siz de öğrenirken "Ya bunun başına ben la mı le mü koyacağım ne yapacağım" diye deliriyorsunuz. Ama olsun, "beau - belle", süper evet süper..

3 Eylül 2008 Çarşamba

Yanık Sarayların Primadonnası

Ya da başka bir deyişle Sevim Burak... Yakınları ilk kitabının ve davranışlarının şerefine böyle seslenirlermiş kendisine.
Bu bilgiyi bugün okuduğum bir yazıdan edindim ki kendisiyle ilgili edindiğim bir sürü bilgiden sadece biri bu. Öte yandan Sevim Burak yazısının sahibi olan kişimiz "O Türk Edebiyatı'nda hala eşi benzeri görülmemiş bir şey yaptı!" tandanslı cümleleri kullanmış bol bol ki bu noktada bir itirazım var.
Öncelikle Sevim Burak'ın hayatımdaki yerine değinmeyi uygun görüyorum. Kendisiyle lise 1'in sonunda, okul sonrası babamla buluştuğum bir günde babamın önerisi sayesinde tanışmıştım. Okuyanların bildiği üzere bu şahane hanımefendi sayfayı incik cincik doldurmaz, hatta bazen sayfada sadece birkaç harf ya da birkaç cümle olur. Dolayısıyla onun da benim de ilk kitabım olan Yanık Saraylar'ı birkaç saate bitirmiştim ve kendisine olan hayranlığım da tüm gücüyle o birkaç saatte oluştu. Nedendir bilmem ama belli bir yaşa gelmiş egzantrik bayanlara garip bir sempatim vardır ve Sevim Burak bu sevdiğim kadın modelinin en önemli temsilcisidir diyebilirim. Edebi yönüne gelirsek itirazım da bu noktada başlar. Sevim Burak Türk Edebiyatı'yla sınırlanmamalı bence. Onun yaptığını sırf Türkiye'de değil herhangi bir yerde aşabilmenin gerçekten zor olduğuna inanıyorum. Kurduğu cümleler, altında yatan anlamlar, karakterlerinin yapısı ve kaderi, hepsi o kadar kendine has ki! Çalışma yöntemi bile tamamiyle ayrı bir öyküye konu olabilir. Ki işin güzel tarafı da başkalarının "Bakın ne kadar marjinalim" demek adına kullanacağı bir yöntemi kendisine en doğal gelen yöntem olarak geliştirmiş ve marjinal bir yanını görmemiş olması. Beyin fırtınası hatta fırtına sonrası savrulmuş kelimelerden oluşturduğu öyküleri, delilik-dahilik arası kelimeleri ile Sevim Burak'ın kendisi bir karakter gibi bence ki yaşadığı hayat da bu dediklerimi destekler nitelikte.
Kısacası edebiyatı bölümlere ayırmak her ne kadar iş kolaylaştırıcı bir durum olsa da Sevim Burak gibi bir kadın için bölümler, uluslar, türler, her şeyler yıkılmalı. Yıkılması reddedilse bile zaten o çoktan yıktı, o da ayrı bir konu...

"SİZ, Baron Bahar, Hayatın dehşetini hiç düşünmüyorsunuz:
HER ŞEYİNİZ VAR
OTOMOBİLİNİZ
YATINIZ
7 CÜCELİ EVİNİZ
BONOLARINIZ
ÇOCUKLARINIZ
BENSE, ÖLÜMDEN KORKMAYACAK KADAR
YALNIZIM."
Yanık Saraylar -Yanık Saraylar sy. 25 Yapı Kredi Yayınları 2. Baskı


P.S: Hanımefendi'den bu kadar bahsettikten sonra biraz da o'nun tanrısı Kafka'ya ve umutsuz aşığı Peyami Safa'ya kendimi adamayı çok isterim. Öte yandan heba edilecek bir senem ve çözülecek sorularım var...

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Satılık Bilgi Bulunur!

Bütün sene nasıl böyle geçecek bilmiyorum ki bu daha -sözde- "hafif tempo".. Bunun daha H.'si var, dershanenin giderek sapıtması var, okulla birlikte ikisini sürdürmeye çalışması var... Ne yapacağım ben ya? "Boğaziçi Boğaziçi!" diye tutturmuş vaziyette olduğum gerçeğini göz önünde bulundurursak "eeşşşşeeekler" gibi çalışacağım ve evet bütün sene yapacağım da bu. Ama ne bileyim, böyle üniversite falan boşversem, ÖSS'ymiş bilmemneymiş siktir etsem, bir sahil kasabasına yerleşip -ki ikinci gün ilallah gelir- kültür kumkumalığı müessesinde kendimi kaybetsem? Gelenlere bilgi satarım, tanesi 5 milyondan falan, zengin de olurum hem. Sonra sorarlar bana "Charlotte yahu sen nasıl bu kadar bilgilisin?" diye ben de cevap versem: "Üniversiteye gitmedim, evde oturdum, kitap okudum, film izledim, herbir şeyi kendim öğrendim, vuhuuu!".
Valla ya, böyle bahçeli, sıvası falan dökülen bir ev ( = gecekondu, param ancak ona yetecek çünkü), komşunun kullanılmış çay poşetlerini çalıp tekrar kullanırım falan böyle, oooh gel keyfim gel, eve giren fareleri kovalamak da günlük eğlencem olur. Evet bayıldım bu fikre, bu yaşam için uğraşayım (ya da uğraşmayayım?) bundan sonra!




Ühü.

17 Ağustos 2008 Pazar

"Deliriciğim!"

Yarından itibaren kendimi devlet tarafından yasallaştırılmış bir yol ile öldürmeye başlayacağımdan (sonu ölüm olsa yine tamam, sürünüyorsunuz sadece) ve sinirim tepemde gibi olduğundan böyle gıcık kaptığım her şeyi dökmek istedim bugünlerde, başlıyoruz;

- Çok sevgili Perihan Mağden, daha abartmıyorum 4 gün önce senden övgü ile söz ederken, bir kitabının üzerimdeki etkisini düşünürken falan neden ard arda saçma sapan yazılar yazmak? Öyle Türkçe takıntısı olmayan (düzgün konuşur ve yazarım orası ayrı konu ama bol miktarda yabancı kelime var...) ben bile "EEAH bare Türkçe yaz be kadın ne diyorsun bir bok anlamadım!" diyerek cümleni üçüncü defa okuma moduna giriştim. Ne güzel laf atıyordun millete ve de milliyetçilere. Bir anda nedir bu Tarkan aşkı? Yarın da aynı konsepte bir yazı okursam Radikal'i ısıracağım...

- Daha önce bahsetmiştim ancak yine değinmeden geçemeyeceğim. Çıplaklık = sanat anlayışı ne zaman oluştu cidden? Hayır çünkü, kafanız karışmış vaziyette ise belirteyim; değil. Birinin çıplak bir şekilde kamera karşısına geçecek cesarette olması olayı sanat kılmaz. Çıplaklığın ardında belli bir fikir, bir duruş yoksa gördüğüm şeyin Playboy sayfasından farkı kalmaz. Daha acınası olanı ise iki lokma ışıkla oynayıp "Bakıııın ne kadar sanatsaaaaal, ne kadar da çıplaaaaak" psikolojisine bürünmek. Çekim tekniği açısından mükemmel olmayıp hatta iyi olmayıp çok daha karakterli yapılara sahip olan parçlar var ama işte alınız elinize bir adet Canon ya da Nikon ondan sonra soyun en yakın arkadaşlarınızı ve de voila! Instant sanat, just add water...

- Blog yapısını ve amacını uzun uzun deşen, tartışan insanları anlamıyorum. Nedir yani İsveçli Blog Uzmanları bir araya gelip blogları en "hayırlı" konuma getirmek için standartlar falan mı belirlediler. İnsanların bloglarında nasıl bir yol izlediklerinden kime ne? İsteyen okur istemeyen de yeni blog arayışlarına girer. Sabah olandan bahseden olsun paylaşım moduna giren olsun, tekrar ediyorum kime ne? Böyle herkese özel, herkes için değişebilecek şeyleri alıp tartışan ve "Böyle olmalı yoksa böyle olur o da iyi olmaz vıdı vıdı" diyen insanlar çok feci deli ediyor...

- Bu çağrım tüm insanlığa (oh blogum artık faydalı oldu aman tanrım kitlelere açıldım!); bir insan size bir mesaj atıyor, arıyor vb. bir çağrıda bulunuyorsa siz ona cevap vermelisinizdiiiiiir (sözüm uzun siyah saçlı sürgünlere değildir...) . Yani kişi zamanını ayırıp size bir şey yazıyor ve siz o kadar yoğun o kadar önemli bir kişisiniz ki cevap vermiyorsunuz. Ayıp! Ya da özetle neden cevap alamayan taraf hep ben oluyorum, ühü...

- Niye kitap okuyacak zamanım yok benim? Dahası kitaplar niye bu kadar pahalı?

- *Spoiler*(Osen) : Ne kadar dandik bir bitişti o öyle! Uchi'min saçları şahane olabilir ama ben biraz aksiyon beklerdim, hele ki diğer taraf Aoi Yu olunca. Canım benim yerim onu. Uchi'ye yapacaklarımı ise anlatmamayı tercih ederim. Özetle içimdeki gay erkek böyle zombi filmi edasıyla toprağı delerek yüzeye çıkıyor...

Hmm şimdilik bu kadar, ama emin olun kısa zamanda artar bunlar evet, unutmadan babamın yolladığı paket konusunda "gel al" tavrına sahip orta yaş amcasının da ağzına sıçayım, evet...

P.S: Bana damardan Türk Filmi veriniz böyle en klişesinden, en araba çarpınca kör olanından (ya cidden öyle bir vaka var mı dünyada, mideye yenilen araba gözü nasıl etkiliyor, açıklayınız sayın Türk Filmi yönetmenleri) . Elimde bir galon çay ile izlerim ben onu evet..

14 Ağustos 2008 Perşembe

LCC

Dönüşümün üzerinden bir hafta geçti ve ben daha şimdiden unutulmuş gibi hissediyorum. Sanırım organizasyonların en sönük en uzak adamı hep ben oluyorum dolayısıyla üzerinden belli bir zaman geçince kimse umursamıyor. N. aradığında o kadar şaşırmam da bu yüzdendi sanırım. Unutulmamış hissettirmişti ben de anında kapılmıştım. Bugün N. ile buluştum, o ilk zamanlardaki durumdan eser kalmamış, sevindim. T. konusunu da 2 günlük şımarıklık, ağlaşma vb. durumlardan sonra mucizevi(!) bir şekilde atlattım.
S.'yi özledim asıl ben ya, keşke ona ulaşabilsem ama cebi her zamanki gibi kapalı işte, pöff. Maceralarımı bir de kendisine anlatmak istiyorum, sanırım ancak pazar günü yapabileceğim o işi...
Belki şu esnada Lily Chou-Chou dinlediğimdendir ama kötü gibiyim ben ya... Kızlardan da bıktım erkeklerden de öte yandan bu aralar inatla erkek tarafı skor kazanıyor ve kızlar gittikçe puan kaybediyor. B. bugün Bbs.'a rastlamış. Çocuk şiir mi dersin çizim mi dersin tiyatro mu dersin artık her boka elini atmış böyle duygusal yönden aşmış bir yaratık çıkmış. Ben de okuldan adamlara rastladım bugün. Onlar da sakal bırakmışlar... Aferin diyoruz...
Kendi evine çıkmış arkadaşlara mı ihtiyacım var benim nedir. Şu esnada kapıyı çarpıp evden çıkmak ve birinin koltuğuna gidip yatmak istedim. Ya da biriyle ağlayarak film izlemek falan ama ben kimsenin yanında ağlamam. Adi Lily Chou-Chou hepsi senin sesin yüzünden. I miss you'ymuş..
Dünden beri sürekli mail kutumu kontrol edip boş görmek acı bir biçimde koydu nedense. O yüzden bütün bu gevelemeler. Babama birkaç fotoğraf yolladım o cevap yollar umarım?...

11 Ağustos 2008 Pazartesi

T.

Bu seferki başlığı da buna uygun gördüm öte yandan hakkında açıklama yapmayacağım.
İlk başta azgınlık vs. Japonya (ki bu noktada Japonya = mutlu olunacak yer, hayaller vs. gibi benzeri olguların bir toplamıdır belirteyim) mücadelemden Japonya ile çıktığım için sevindiğimi belirtmiştim de... Düşündükçe tepem attı resmen.. Bendeki anti-sosyallik, otakuluk, geek'lik artık ne derseniz deyin sınırları zorluyor ciddi anlamda.
Dün İ. ile konuşurken kendisine E.'nin macerasını anlatıyordum. İ.'nin tepkisi "MAL!" oldu.. Ben öte yandan E.'nin mal falan değil tatlı olduğunu düşünüyorum. Ama İ. illa birine "MAL!" demek istiyorduysa bu kişi bence kesinlikle ben olmalıydım. Hoş yine aynı İ. benim yaptığımın ya da daha doğrusu yapamadığımın tatlı olduğunu düşünüyor...
En önemlisi, benim ne düşündüğüme gelirsek.. İlk başta umursamıyordum, sonra kafamda olayı analiz edip tarttıkça böyle uzun tırnaklı bir parmak beynimi kurcalamaya başladı, şu anda ise kendime ciddi anlamda küfretme halindeyim...
Ondan sonra "bıdı bıdı..." diye gelip yazayım.. Yok cidden düştüğüm bokun sorumlusu benimdir, o boktan çıkacak kişi de ancak benim, o 9 gün içersinde çok iyi anladım bunu...
Ühü.. "mal.." ..

8 Ağustos 2008 Cuma

Michael

Genelde ad kullanmam ancak en iyi başlık bu oldu. Yine ağlaşmışım Yunanistan'a gitmeden önce ve bir kez daha gördüm ki gereksiz ötesiymiş.
Dahası kendimi aştım bu sefer, dans etmek, topuklu ayakkabı giymek( ki hiç eğlenceli değil sayın bayanlar nedir bu inat anlamıyorum ama sonuçta eğlencesiz olduğunu anlamak deneyimi bile...), Fall Out Boy dinleyen birini yargılamadan sevebilmek, mikrofonu kendi isteğimle elime almak, kafamdakileri çatır çatır söylemek. Oha diyorum kendime, ben bunları başardım. 9 gün boyunca arkadaşlarımla ve yeni arkadaş olduğum insanlarla yedim, içtim, eğlendim, delirdim, kızdım, kokuştum, dans ettim, sabahladım vs. vs.
Dahası bir anda karşıma Michael gibi birinin çıkması daha da muhteşem oldu. Otaku olması ve Japonya derken tıpkı kendisi gibi benim de ağzımın suyunun akması bir kenara kafa olarak da benziyor oluşumuz, politik açıdan durduğumuz yerler, kendisinin bütün erkeklerin takıntı haline getirdiği eşcinsellik konusunda bu kadar rahat olması, muhteşem müzik keşifleri vs. Sanırım bu organizasyonun en sevdiğim yanı bu, küçücük bir kelimeniz ile yepyeni bir dünyaya girebiliyor olmak. Ki bu noktada azgın ruh halimi unutup kendimi yeni tanıştığım bir insanla Japonya'ya adamam garip yapımın da bir göstergesi oldu.
Öte yandan bir yandan da gururluyum bu noktada, cinsellik ve ego tatmini gibi şeyleri unutup kendimi çocuksu bir obsesyona atabilmem beni şaşırttı. Şaşırtan bir başka şey ise dış görünüşe gerçekten önem vermediğimi anlamak oldu sanırım.
Michael da benle aynı bölümde okumak istiyor, bu sene tekrar girecek sınavlara dahası yazın bana ziyarete gelecek. Onla sushi restoranlarına gitmek, drama izlemek, politika tartışmak, film izlemek, konsere gitmek istiyorum ya da başka bir şekilde çabucak gelişen ve zorunlu olarak online ortama sürüklenen arkadaşlığımızı resmileştirecek her şeyi yapmak. Umarım bu sene çooook çabuk geçer, önümüzdeki yaz çabuk gelsin ve konserle dolu olsun falan. Ben yine kendimi session'dan session'a atayım. Ayy şimdi de canım Michael ile bilinçaltı konuşmak istedi, öhöm neyse, uyumalıyım ben evet...
P.S: T. başka bir session'da görüşmeliyiz bence, ya da en azından başka bir session'da görmek istiyorum seni..

28 Temmuz 2008 Pazartesi

Giderayak

Giderayak birleşik yazılır değil mi? Aman neyse, gerçekten bende bir gariplik var. Yani neden 90'ların Japon pop grubunun şarkısına kafayı takmak ;_; ? Neden şarkıyı söyleyen "kocaman" amcaya karşı bu kadar sempati duymak. İyice abukladım ben ama yine de, hele şarkıya karşı beslediğim sevgi oldukça büyük. Grubun adını ya da şarkının adını özellikle söylemiyorum çünkü burayı biri görür, bu yazıyı biri okur da "Ay araştırayım" derse rezil bir sonuçla karşılaşacak, sorumluluk üstlenmek istemem... Öte yandan 90'ların Japon pop grubu diyorum da sanki şimdiki Japon pop grupları çok şahane. Hadi tamam, bunların seslerinden hangi grup olduklarını çıkarmak biraz daha kolay ama şarkılar dandik ötesi kimse itiraz etmesin. En azından şu taktığım şarkının sahibi grupta her eleman bir enstrüman çalıyor (hahahyt bakın nasıl da haklı çıkartmaya çalışıyorum kendimi). Aslında döndüğümde şarkının sözlerini okuyayım, sözleri mantıklı çıkarsa günümüz J-pop grupları ile daha da fazla dalga geçebilirim(sonra gidip onları da dinliyorum ama neyse), hell yeah! Ühü canım bir şarkı çekti bu kadar dandiklikten bahsedince ama onun da adını vermeyeyim(kendime not: hangi şarkı olduğunu unutma diye 2007 yaz aylarını düşün, eveeeet)...
Bu arada Like Grains of Sand adlı Japon gay temalı filmde 3. önemli rolde Ayumi Hamasaki varmış.. Ne alaka lan?.. KEH KEH kendisi terk edilmiş zaten, ama bu bilgi beni eğlendirir ancak sizi değil... Bu arada şahane bir film değil ancak çok çıtır çerez bir film, gayet izlenilebilir, ayrıca başroldeki amcaya garip bir sempatim vardır daha önceki rollerinden pek severim (benim oynadığı rolü beğendiğim hangi Japon amcaya en azından "sempatim" yok zaten? Ühü, bu bir hastalığa dönüştü cidden)...
Şarkıyla birlikte canım top-bottom'cılık oynamak istedi o yüzden gitmeden önce buraya bakındığını bildiğim Ç.'ye, N.'ye de iletmesi amacıyla birkaç "eşleşme" bırakmak isterim;
Oguri - Gackt
Ohno - Toma
Ohno - Yamapi
veee sıkı duruuuuun çünkü bu çok zorlayacaaaak;
Ishigaki Yuma vs. Nagase Tomoya (buna ancak vs. denir valla)

Böylelikle şarkımı söyleyerek sahneyi terk ederim!

P.S: Biri bana Ogur'un Sony çekiminden fotolarını gönderebilir mii ;_; ?
P.S2: Maou'nun download'u bitse de izlesem, episode 3!
P.S3: Son etiket eğlenceme hizmet eder

Gitmesem?

Neden her konser ya da aktivite öncesi aynı moda giriyorum ki ben? Yine gitmek istemiyorum işte, evimde oturmak, başladığım kitapları bitirmek, bütün günü balkonda geçirmek ve fazla çay tüketiminden dolayı kalbimde çarpıntı başlasın istiyorum öte yandan hayııır, Yunanistan'a gidip dünyayı kurtarmam lazım, peh...
İki gündür balkonlarında oturan insanları görüp kendimi iğrenç hissediyorum, kendime faydam yokken dünyayı kurtarma adımları absürd tabii ama bir boka bulaştım, sonunu da getirmem gerek.
Halbuki diyorum, ben evde oturup film izlemek, How I Met Your Mother ile boğulmak, manga okuya okuya gözlerimi biraz daha bozmak bir de annemin daha bugün aldığı pek sevgili Ahmad Tea içerek yaptığım iş her neyse 15 dk'da bir bırakıp tuvalete koşmak istiyordum.


Böööh...

Bunun dışında;

- V for Vendetta'yı izlerken ağlamaya başlayan bir ben varımdır herhalde. Ve göz yaşarması falan değil, böyle hüngür hüngür, üstelik 5. izleyişim mi neydi...


- Çok rica etmekteyim, biraz zaman bulun bana da depresyonuma gireyim rahat rahat, sonra dershane başlayacak ben öleceğim bir yandan ama en kötü ihtimalle ilk 600'e girmem gerek ya o zaman hiç giremeyeceğim falan. Ühü...


- Heath Ledger'a bir kez daha taptım, adamın kariyeri Brokeback öncesi ve sonrası olmaz üzere ikiye ayrılabilir. Joker rolüne bu kadar uymak bir kenara kendisi Joker'i gözümde "Best Villain Ever" kategorisine sokmuştur. Bu kadar mı manyak, bu kadar mı muhteşem, bu kadar mı psikopat olunur. Filmi izlerken öldüğünü unuttum, niye öldü ki zaten...


- Gitmek istemediğimden bahsetmiş miydim?


- Absolut'un gökkuşağı renkli şişesi vardı bir tane ben de dalga geçiyordum sürekli "Eheh, LGBTT votkası" diye... meğer gerçekten öyleymiş ^^; Üzerinde yazıyor böyle işte Absolut farklılıkları destekler, "proud" insanların içeceği olmakla övünür lay lay lom... Tabii adamların gay bar'lardan ne kadar kazandıkları göz önünde bulundurulursa desteklemeleri akıllıca bir hamle ama yine de sevindim.. Annemin "Bu ne... Absolut Colours.. hmm neyse" diye şişeye yaklaşımı da şahaneydi...


- Death Note'un live action filmlerinin içine sıçayım, yapımcıların hapis cezası almasını rica ederim...


- Böyle muhteşem ergen gay/lezbiyen aşkı filmi bilen var mıdır? Hangi ülkeye ait olduğu fark etmez, sadece My Summer of Love falan tadında böyle çok ergen olmasın. Başka bir deyişle Eşcinsel Sinema 101'i uzak tutunuz s'il vous plait...


22 Temmuz 2008 Salı

Muhteşem Diyaloglar no: belirsiz

- Ç: (^_^) : Beyaz neler yapıyor pekiiii?
- C: (-_-) : Koltuğa kustu...

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Can't Think Straight Vol: 2

Canım sıkıldığında manga okumayı seviyorum, kafamı meşgul ediyor falan, hem de yine bu canımın sıkkın olduğu zamanlarda fazla zeki olmamasına rağmen de bir seriye çok pis dalabiliyorum, yeter ki eğlenceli olsun...
Sanırım dün, bir önceki serinin çevrilen tüm chapter'larını okumanın getirdiği doyumsuzlukla biraz da adı çektiği için yeni bir seriye ( = Desire Climax) başladım.
Şöyle özetleyeyim(spoiler kaynıyor): *ber-bat* başlıyor... Amcamız yolda teyzeyi tutar "Seni satın alıyorum!" der para fırlatır falan, sonra o amca meğer kızın okulda hastası olduğu ve tavırları nedeniyle "Prens" olarak çağırılan amca çıkar ama işte amca etrafta kimse yokken öküzün önde gidenidir falan filan... Seri bayağı bir amcanın öküzlükleriyle ilerlerlemekte iken (ki arada daha bol miktarda entrika çıkar) ve ben gariptir ki okumaya devam ederken sanırım yaklaşık 14. chapter'da ilginçlikle başladı. Şimdi, öykümüzün protagonisti olan kızımız pek fakir, annesi hastanede, babası ölmüş bir de orta son'da okuyan erkek kardeşe sahip. İşte bu erkek kardeşin 14. chapter'da kendini fuhuş rüzgarlarına attığını görüyoruz ("fuhuş rüzgarı" nasıl bir terim ben de bilmiyorum, hafif yalan rüzgarı gibi ama daha da entrika dolu olması gerekir?...)... Bu da yetmezmiş gibi erkek kardeşciğimiz, öncesinde nefret ettiği ancak zamanla iyi taraflarını gördüğü Prens'e böyle büyük ve parlak, ceylan modundaki "hayran" ifadesi ile dolu manga gözleri ile bakmaya başlar (evet evet, tahmin ettiğiniz geliyor), bu noktada ise bendeniz "Hohooooyt oh be en azından okumaya değer bir action" moduna girmişimdir fuhuş olayıyla girmediysem bile. Neyse sonrasında öğreniriz ki meğer oğlumuz sadece dolgun vücutlu bomba teyzelerinj çıtır çerez eğlencesi olmaktan çıkmış ve ereksiyon kavramını lugatlarından atmaya yakın yaşta olan amcalara da servis yapar hale gelmiştir. Bir kez daha vuuu diyoruz. neyse bu da yetmez, Prens çocuğumuzun genç kıçını bu sektörden kurtardığı için o hayranlık bir anda neye dönüşüüüüür?... Evet doğru tahmin: aşka! Bunun üzerine Prens'in oldukça bozuk olan gözlerinden, gecenin karanlığından ve üstüne geçirdiği çarşaftan yararlanan emekli fahişemiz kendini Prens'in yatağına atar, Prens de onu oğlumuzun ablası zannedip dalıverir. Sonra abla keşfeder, delirir, "Ay siz iki erkeksiniz hiç olur mu ıııığğğğy" der geri zekalı beyinsiz abuk şahsiyet falan filan. Şu esnada (chapter 18) teyzeyi daha da delirtmek için Prens oğlumuzu yemektedir Büyük zevkle okunur hale gelmiştir manga, aman da aman.
Evet ben geri döneyim okumaya, uzun zamandır shonen-ai / yaoi genre'ları dışında male x male action görememiştim, pek sevindirici oldu :D Sapıklık seviyem ise none of your business'tır...

Edit: Ohaaa beeee, tamam işler daha da şahane hale geldi, meğer sevgili fahişe oğlumuzun Prens'te gözü mözü yokmuş! Aslında hepsi kızkardeşini Prens alçağından uzaklaştırmak içinmiş'! Çünkü neden? Çünkü oğlumuz ablasına aşık, trallalalalalaaa~~~~~~~~

Edit 2: İnanılmaz bir şey, herifteki öküzlüğe ve kızdaki başı bağlı teyze moduna inanamıyorum cidden, diyaloğu aktarayım:
- Ben ben.. o işi seninle yaptığım için mutluyum... ancak o seferin tek sefer olacağına inanmak beni korkuttu ben de kaçtım...
- HÖNK? NE TEK SEFERİ BEAH, SEN BENİMSİN!!! BANA AİTSİN KADIN!!! İSTEDİĞİMİ YAPARIM, İSTEDİĞİMDE YAPARIM!!!

Yuh yani yuh, teyze de ondan sonra "Oh bir kere yetmez bir daha bir daha!" moduna girsin. Tamam Japonya'da cinsellik gerçekten kafanızda oluşturabileceğinizden çok daha farklı (korkutucu anlamda ama yani fantezi açısından demiyorum gelenekleri düşünerek...) ki bunu da anlatırım bir ara, da neyse yani, teyze yuh yani, demek ki seni kendimize aşık edebilmemiz için bol miktarda taciz ve neredeyse tecavüz etmemiz anlaşıldı, mümkünse bir de şişme kadın muamelesi evet evet..

P.S: Diyalog *çok küçücük* abartılmıştır...

28 Haziran 2008 Cumartesi

Mix Tape...öö ya da CD

Az önce daha doğrusu bu yazıyı yazmaya karar verdiğim zamanın az öncesinde rastladığım bir dizide kız oğlana bir adet mix tape ya da başlıktaki gibi daha doğrusu mix cd veriyordu. Çok çok nostaljik bir durum benim için sanırım...
Eskiden gerek uğraşıp radyodan kaydettiğim (küçükken Shakira'nın Ojos Asi miydi neydi, osu için saatlerce radyo başında durmuştum mesela) gerekse sahip olduğum çeşitli albümlerden çekip çıkarttığım parçalarla kendi mix tape'lerimi hazırlamıştım kaç bin kez.. Ah bu arada İ.'nin bir kaseti de bizde kalmıştı şimdi hatırlıyorum, pardon İ. ...
Her neyse, dizinin aksine ya da mix tape meselesinin geçtiği bir sürü dizi/film/gerçek hayat/vs.'nin aksine ben mix tape'lerimi hoşlandığım kişilere ya da birlikte olduğum kişiye vermek için değil hep kendimi eğlendirmek için yapmıştım. Hmm zaten genelde mix tape geyiğine orta okul ya da lisede girilir değil mi? Ben ilkokulda uğraşıyordum bu mesele ile, ondan sonra da bitti zaten...
Ama dizide bu durumu görünce dediğim gibi çok nostaljik oldu sanırım benim için ve birilerine mix tape ya da dediğim gibi gelişen teknoloji doğrultusunda mix cd yapasım geldi. Hayır bir kez daha hoşlandığım kişiye değil çünkü öyle biri yok, birlikte olunan kişi konusunda ise; klişe çift moduna sokan kaçınılmaz adımlardan nefret ettiğimi düşünürsek özellikle o kişiye yapmam sanırım ama yakınımdaki bir kişiye işte. Takdir edeceğine inandığım birine...
Hmm içine The Cure, Jens Lekman, Antony & The Johnsons, Björk, Depeche Mode vb. şeyler koyardım sanırım öte yandan mix cd'yi hazırlayacağım kişiye göre de değişir herhalde...
Aklıma geldi, ben hiç mix cd falan da almadım kimseden, Ç. vaktiyle bir grubun çeşitli parçalarını doldurmuştu benim için cd'ye ancak sanırım o sayılmaz, başka grup/sanatçıların da olması gerek sanırım cd'de?..
Ahah, Marshall (How I Met Your Mother) tadında böyle Good Feeling'li falan "romantik" bir şeyler hazırlayasım geldi, hormon coşması mı yaşıyorum nedir : P ....

21 Haziran 2008 Cumartesi

"Travesti"

Travesti kelimesinin ifade ettiği durum ile bir problemim yok esasen ama kavramın kendisiyle ilgili kafamı kurcalayan bir şey var. Şimdii, bilmeyenler için, travesti kadın kıyafetleri giymekten haz alan erkekleri tanımlayan kelimedir. Zaman zaman da hıyar erkek türleri için tercih edilen bir küfürdür. Sonra o hıyar erkekler güzel fiyatlara yolda gördükleri ilk ayaklı küfürü alıp ucuz bir otelde sikerler. Bu noktada ele alınması gereken her travestinin göğsü olması zorunlu değildir. Aslında travesti kavramı zaten göğsü değil sütyeni kapsar, iş göğüse geldiğinde transeksüellik aşamasına geçilmiştir ama müşteriler daha fazla ödeyecekse bir iki hormon aşısının lafı olmaz...
Her neyse, sorgulamak istediğim kısma gelirsek, kadın kıyafeti giyen erkek... Hmm onun kadın kıyafeti olduğuna karar veren şey toplum aslında her şey farklı gitse belki etek çok maskülen bir öğe olacaktı nedir yani. Dolayısıyla toplumun dışladığı bu insanlar esasen neden toplumun getirdiği kurallara boyun eğerler. Daha doğrusu onlar eğmiyorlar eğmek zorunda bırakılıyorlar. Kadın kıyafeti dedikleri neden sadece kıyafet olarak algılanmıyor ki? Nasıl kadın işi erkek işi gibi yaklaşımlardan kurtulmayı amaçlayan bir yaklaşım varsa uzun zamandır feminizmde, aynı konu kıyafette de olmalı. Dantelden, etekten hoşlanmak neden yasaktır ki erkeklere. Hadi artık moda diye kızlar kravat takabiliyor falan ama onlara da hala takım elbise yasak. Dantelli oğlanlar para karşılığı bedenlerini satmaya mecbur kalmak zorunda mıdır, ayrıca bir gün kimsenin ne giydiğini umursamadan yan yana oturabileceği günler olur mu acaba.
İki saattir demeye çalıştığım ancak çeşitli fotoğraflara bakarken uzata uzata bitiremediğim şey şu; aslında travesti diye bir kavram yok. Toplum "kızlar şunu giyer erkekler bunları" diyorsa ve eğer siz o toplumun dediklerini reddeden bir bireyseniz, o zaman travesti kavramı da yıkılması gereken kavramlardan biri değil midir?...

19 Haziran 2008 Perşembe

Let's Make History

The History Boys... Yine delicesine etkilendiğim filmlerden biri. Cumartesi günü izlemiş olduğum bu film daha hala aklımdan çıkamadı sanırım. Hayır tabii ki bir hafta bir filmi unutmak için çok kısa bir süre ama ben sahneleri tekrar tekrar kafamda oynatmaktan ve replikleri tekrar etmekten, oraya buraya yazmaktan bahsediyorum.
***Spoiler başlar****
Filmi incelemek gerekirse: İlginç bir şekilde film etkilerini -en azından bende- biter bitmez değil de üzerinden zaman geçtikçe, üzerinde düşünmeye başladıkça bıraktı. Özetlersek film benim eğitimle ilgili gıcık kaptığım her noktaya değindiği gibi aynı zamanda cinsellikle ilgili yıkılmasını dilediğim tabuları da izleyiciyi sarsacak -abuk standart hetero ileyiciyi ele alın, beni değil onu sarsacak- şekillerde ele alıyordu. İstedikleri ya da istemek zorunda bırakıldıkları üniversiteye girmek amacıyla, doğruları ezen, sivri olmalarının bir beklenti haline geldiği, dünyaya olabildiğince çok yönden bakan öte yandan hala ergen olan bir grup öğrenciden bahsetmekteyiz. Yani evet, olabildiğince kültürlüler, bilgileri çok sağlam ama bir yandan gayet ergen durumlar yaşamaktan da kurtulamıyorlar. Ancak böyle olması da filmin süper kısımlarından çünkü hayatlarındaki ilişkileri ilerleten, yön veren de bu oluyor zaten.
Öğretmenlerinin de onları nasıl etkilediğini görmek inanılmaz zevkli oluyor bence. 3 farklı, 3 karizmatik öğretmen vr elimizde ve hepsinin de bakışları değişik. Öğrenciler üzerindeki durum ise bu üç farklı stilin harmanlanması oluyor. Oxford'a kabüllerini sağlayan da bu esasen.
Gelelim Dakin ~ Irwin durumlarına; filmin en bayıldığım kısımlarından biri. Ve hayır nedeni straight karakterimizin kendini böyle bir işe bulaştırması değil. Ehem yani sadece o değil. Dakin ki kendisi über straight oğlumuz, istediği kızı yatağa atar ki atmakta ancak iş cinsellikle bitmiyor işte. Dakin'in olayı aslında tam bir ego tatmini. Irwin görüldüğü gibi ilk başlarda ciddiye bile almıyor Dakin'i ancak Dakin Irwin'in ayaklı bilgi olması durumundan etkileniyor ve adam sadece 5 yaş büyük bu oğlan grubundan. Dolayısıyla film boyunca straight ancak straightliğinden emin oluşundan dolayı bir o kadar da rahat Dakin'in Irwin'in gözüne girme ve flört çabasını görüyoruz. Irwin de zamanla oltaya geliyor ki bu noktada Dakin'in gaydar'ını da övmek isterim, ey straight insan nasıl anında kaptın Irwin'i! Her neyse, zamanla Irwin'in de Dakin'i görmeye ve kabullenmeye başladığını görüyoruz ki Dakin o zamana kadar açık açık "Hmm kendisini düzebilirim nedne olmasın hayatına ışık getiririm biraz" modunda oluşu ayrı bir eğlence. Geliyoruz filmin sonlarına, bu esnada Dakin, Irwin'in yalanını yakalamış olduğu gerçeği ile bir anda üstün hale geliyor ki işte tam bu nokta egonun tatmin oluşudur. Sizi umursamayan birini alır ve size boyun eğer hale getirirsiniz. Hele ki o kişi sizden daha bilgili ise, hele ki o kişi öğretmeninizse. Öte yandan en başta bahsettiğimiz gibi Dakin da bir ergen ve belli istekleri var, dolayısıyla Irwin boyun eğdiği gibi dizlerinin üstünde de durmalı Dakin'e göre. Irwin ise "Hayır öğrencime dokunmamalıyım" moduna rağmen Dakin'in mantıklı argümanlarına ve suratının 5 cm yakınında olmasına dayanamayıp "Tamam" der. İşte bu noktada da gelecek zaman cinsel tatminini görmekteyiz.
Ancak ve ancak filmi izleyen sizlerin bildiği üzere pek tabii ki gerçekleşmiyor bu durum. Yine de bu bile alkış gerektirir. Filmin sonu kısmına gelmişken, iyi olduğunu düşünmeme rağmen bence oyunun sonu çok daha güçlü gibi. Özellikle Irwin ve Dakin arasında hiçbir şeyin olmamasının açıklanışı. Oyunun sonunu öğrenmek istemeyenler için o kısmı boş bırakıyorum.

*****Spoiler Biter******

Daha yazardım ancak sıcak iyi bir faktör değil sanırım ayrıca sırtım ağrımaya başladı. Özetle çok zekice yazılmış bu filmin kaçırılmaması gerekir.

31 Mayıs 2008 Cumartesi

Hot! Hot! Hot!

I got the hots for... Mia Michaels!

Cidden, kadın muhteşem karizmatik ve güzel olmasının yanı sıra tam bir dahi iş dansa gelince. Ayrıca kıyafet seçimlerine falan da hastayım.

Ama gerçekten, muhteşem bir koreograf kendisi. Çıkardığı işler insan vücudunu en estetik şekilde göstermeye yönelten şeyler ki benim de dansta sevdiğim bu zaten. Ayrıca genelde aynı dansçıları beğeniyoruz o yüzden bir artı puan daha. Bu arada aklıma gelmişken, ilk koreografisini 11 yaşında düzenlemiş Mia...

Bir de aklıma gelmişken, delicesine Jo Kanamori'yi izlemek istiyorum ancak adamın hiçbir yerde videosu yok ki tek videosunun olduğu Youtube da kapalı.

Şu sınavlar bir bitsin kendimi kültürel faliyetlere adamak istiyorum. Aaaah Miaaa....

15 Mayıs 2008 Perşembe

Martin

Adam gibi Depeche Mode dinlemeye başlamadan önce Martin L. Gore'u gay zannederdim. Daha doğrusu hetero olma seçeneği aklıma bile gelmemişti.

2 sene önce konsere geldiklerinde ise gazetede "Martin L. Gore sevgilisiyle bıdı bıdı" tarzında bir haber çıkmıştı, Türkiye'ye gelen ünlülerin nerede yediği ne yaptığı anında haber olur ya öyle bir şey. Tabii gazetede sevgilisini ve de benim kafam kadar göğüsleri olduğunu görmek tüm hayallerimi yıkmıştı. Dahası Precious'ı boşanması üzerine çocuklarına yazmış falan filan, teyze kendisinimn straight experiment'ı bile değildi özetle. Üzülmüştüm pek tabii ki ancak ne yapılabilir, gay'i heteroluğa zorlamak ne kadar anlamsızsa heteroyu da gay yapmak aynı derecede abuk (deneyimlerle sabittir...)...

Bu bilgiden sonra, geçtiğimiz sene sevgili Robert'ımda Playing the Angel'ı dinlemekteydim serviste uyuklarken. Uykum 1 saatlik servis yolculuğunda o kadar ağırlaşmış ki bir de rüya gördüm üstüne. Martin L. Gore ve Dave Gahan sahnedeydi, gençlik halleri tabii, birbirlerinin gözlerinin içine bakarak şarkı söylüyorlardı v e bir anda öpüşmeye başlıyorlardı. Rüyanın muhteşemliği "Ultimate Fanteziler Serisi, No: 495, checked!" dedirtecek kadar şahaneydi, ki görüntünün uke-semeliği şimdi hatırladıkça kafamda canlanıyor. Keşke gerçek olsaydı dedikten sonra bu görüntüyü çeşitli karakterlerime uygulamayı planladığımı belirteyim...

Unutmadan Martin L. Gore'un sesi dünya üzerindeki en şahane en karamel krema seslerden biri sanırım. Solo albümlerine ulaşmanız şiddetle tavsiye edilir, şahsen şu anda Counterfeit ep'den Compulsion ve Gone'a takmış vaziyetteyim...


Martin sen nasıl gay değilsin cidden?

6 Mayıs 2008 Salı

Çok Yakında!

Geçenlerde aklıma geldi, bir manga okuyordum ve orta okuldaki halim ile şimdi arasında "zevklerim" konusunda ne kadar fark olduğunu gördüm bir kez daha.
Dolayısıyla Charlotte önündeki önemli sınavı atlatması ile size "Anime ve Manganın Cinsel Yönelimi Belirlemedeki Rolü" adlı şahane bir deneme sunmayı planlıyor.
Çok yakında, hatta daha da spesifik olmak gerekirse; bu ya da önümüzdeki hafta...

P.S: Bu blog okunmadığı için bu yazıyı daha ilginç yerlere de yollamam mümkün...

2 Mayıs 2008 Cuma

Venus in a Pot (of tea)

Elimdeki çay ve yerde duran yarısı boşalmış demlik ile kendimi inanılmaz teyze hissetmekteyim. Ve bu bir şikayet değil. Gerçekten yaşlandığımda da aynen böyle olmak istiyorum sanırım. Yanda egzantrik aromalı bir kocaman demlik ve minik bir çay bardağı, loş ve sıcak ışık, güzel müzik bir de kitap.
Sanırım demliğin görüntüsü teyzesel duygularımı arttırmada oldukça yardımcı. O kadar çirkin bir şey ki tarif bile edilemez. Bir tanıdığımızdan bana demlik almasını rica etmiştim pazardan falan, bahsettiğim egzantrik aromalı çaylarım için lazım oluyor çünkü. Kendisi de yakın zamanda ölen bir akrabamızın evinden bana iğrenç, lacivert ağırlıklı, yavruağzı desenleri olan, yaldızlı bir şey getirmiş.
Benim elimde ise içi şeftali aromalı çay ile dolmuş, N.'den hediye çok şeker, kedi illüstrasyonları ile dolu bir fincan var.
Fonda keman sesleri, diğer elimde de kitabımın olduğu düşünülürse tam bir teyzeyim sanırım. Öte yandan elimde tuttuğum kitabın Leopold von Sacher Masoch'tan Venus in Furs olduğu da düşünülürse biraz garip ve sapkın bir teyze olduğumu düşünmek de doğru kaçar.
Olsun, ayaklı klişeyi bir öğeyle de olsa kırmam gerekiyordu zaten...

P.S: Masoch demişken, kendisine bir nevi minnettarım şimdiden çünkü okuduğum onca Sade'dan sonra bu kadar sanatsal bir dille karşılaşmak çok mutlu edici. Bir de nedense Sabahattin Ali tadı alıyorum kendisinden ve hayır, kürk yüzünden değil...

30 Nisan 2008 Çarşamba

Bizarre Rock Starrr

Çok sevgili Hanne Hukkelberg'in Boble adlı şarkısını söylediği şu esnada çok uykusu olan ben hayaller kurmaktayım.
Üniversiteye girer girmez akordeon çalmak istiyorum. Akordeon çalmak ve bu konuda olabildiğince uzmanlaşmak istiyorum. Yani hayır "Büyük Akordeoncu" olmak falan gibi abuk hayallerim yok ancak "Akordeon çalabiliyorum/çalıyorum" demek istiyorum.
Sonra N. keman çalar, B. ikna edebilirsem arp, E. belki pianika ile eşik eder ve Hanne gibi sesi olan bir kız ya da erkek de bulursak tamamdır.
Dünyanın en deli enstrüman kombinasyonlu grubunu kurmak ve underground olup ünlenmek istiyorum ben, böylelikle en sonunda düşlediğim gibi "rock star" olabilirim...

27 Nisan 2008 Pazar

Tiyatro Festivali ve Planlar

Kırk yılda bir içimden Spam klasörüne bakmak geldi. İKSD'den mail gelmiş. Yine kırk yılda bir içimden okumak geldi çünkü genelde İKSD'nin programlarını zaten önceden biliyor ve neye gidip neye gitmeyeceğime karar vermiş oluyorum. Tiyatro Festivali'nden de haberdardım ancak programa bakmamıştım, gider miyim de bilmiyordum. Bu seneye kadar tiyatrodan hoşlanmazdım çünkü. Duyguların abartılı yansıtılışı beni çekmez, ne kadar doğal, o kadar iyi, yine aynı nedenden dolayı aşkım sinemadır. Her ne kadar sinemanın hala tiyatroyu dövdüğünü düşünüyor olsam da çeşitli nedenlerden dolayı (güzel Japonlar mı dediniz? Ne alakası var canım?) tiyatroya da bulaşmaya başladım öte yandan sene boyunca da görmek istediğim klasik eserlerin sahnelenmeyişinden yakındım. Ve hayır, Haldun Dormen'in rezil "Kibarlık Budalası" uyarlamasını kabul etmiyorum. Her neyse, en sonundai bugün gelen mail ile programa şöyle bir bakasım geldi. İyi ki de gelmiş çünkü oyunlar arasında çok sevdiğim Caligula da vardı. Ve kendisini izleme şansını -hele ki 10 ytl gibi absürd bir fiyata- kaçırmam mümkün değil. Tek problem kafamda Caligula'nın belli bir görünüşe sahip olması ve o görünüşe ya da en azından havaya sahip olmayan herhangi birini Caligula olarak kabul edebilir miyim bilmiyorum. Sonuçta, zayıf, psikopat bakışlı ve de güzel bir adamın sizle sevişirken kulağınıza "İstesem şu anda boynunu kırdırtabilirim..." demesi ile aynı şeyleri kaslı, kıllı ve deli rolü yapan bir adamın söylemesi arasında fark var. Ama ne olursa olsun gideceğim, Camus'ye aşkımı kabartan oyunu canlı görmezsem hakkını veremeyeceğime tüm kalbimle inanıyorum. Umarım değer.
Bunun dışında Çıplak Ayaklar Kumpanyası'nın Engin-Ar'ına da gitmek istiyorum. Modern dans ya da genel olarak dans ile ilgili duygularım "Ay ne güzel dans ediyorlaaar!"dan çok ortaya çıkan görüntülerin estetikliği ile ilgili. İnsan vücudu muhteşem bir şey ve özellikle modern dans gibi alanlarda o muhteşem vücutlar muhteşem pozisyonlara sokularak insan anatomisinin her bir bölümü adına binlerce resim yapılması ya da fotoğraf çekilmesine layık hale geliyor. Yine aynı şekilde So You Think You Can Dance gibi, belki ciddi dansçıların kıçıyla güldükleri yarışmaları benim severek izleme nedenim de bu. Ayrıca, reality show olabilir ancak oradaki insanların yetenekli olmadığını kimse söylemesin bana. Hem büyük ihtimalle çoğu dansçıdan daha yönlüler. Aynı nedenden yani estetik görüntü durumundan dolayı K.'nın aklıma gelen bir kıyafet içersinde fotoğraflarını çekmek istedim. K.'ya da açıkladım durumu, ancak kıyafet pek hoşuna gitmedi. Kendisini ikna etmek için modern dans kıyafeti falan gibi sebepler öne sürmeme rağmen şu an için sıcak bakmıyor. Kıyafete sıcak bakmayan kendisini traşlamama hiç sıcak bakmaz sanırım. Neyse zaten daha saçının uzaması lazım. Kıvırcıklarını özledim...
Son olarak da Macit Koper'in (hey yavrum Zebercet!) Kırmızı Pazartesi'ne belki giderim. Gabriel Garcia Marquez'e ait oluşu biraz çekindiriyor ama Zebercet'in hatrına belki, neden olmasın? Bir de okuldaki hocalar ikna edilirse Moliere'in La Maladie Imaginaire'ine gidebiliriz belki, o da şahane olur. Ama oyunlar hep akşam vakti. Saniyesinde vazgeçtim fikirden.
Böyle kendimi çok fazla "San'at!" teyzesi gibi hissetmeye başladım ama olsun artık. Zaten How I Met Your Mother'da Lilly'nin oyunu gibi çıkarsa bir daha elimizi sürmeyiz olur biter.

20 Nisan 2008 Pazar

Can't Think Straight + Les Chansons D'Amour








Dün, vaktim olmaması gerekiyor olmasına rağmen (?!) dayanamadım ve içimdeki sesi dinleyerek biletini almayı unuttuğum için gözyaşları içersinde dvd'sini aldığım Les Chansons D'Amour'u izlemeye karar verdim. Baktım zaten 1,5 saatlik bir filmmiş, o zaman neden olmasın diyerek saldırdım kendisine. Neden canım o filmi istedi de The Darjeeling Limited'ı istemedi ya da Hard Candy'yi ya da XXY'ı bilmiyorum. O olacaktı ki o da olsu.



Özetle; filmi çok sevdim! Belki bu kadar sevmemem gerekirdi, abartıyorum ancak hiç de öyle gelmiyor. Filmi gayet zevkle izledim üstelik ağır basmayan müzikal tarafına rağmen. Hemen belirteyim, müzikallerden nefret ederim. Birkaç tane sevdiğim var elbette ancak o kadar. Dolayısıyla müzikal yapılı bir filmi bu kadar sevmem de ilginç bir durumdur. Sanırım kullanılan şarkılar zaten olan şarkılardı, belki bu da durumu etkiliyordur biraz.


~~Buradan itibaren spoiler başlar~~


Belki de bir türlü Michael Pitt ile işi pişirirken göremediğim Louis Garrel'i (The Dreamers'ı severek izlemiştim ancak o kadar seks sahnesine rağmen insan yanı başındaki sapsarı Michael Pitt'i bir kere de olsun şöyle çatır çatır götürmez mi ha?! Bertolucci aklın neredeydi sorarım sana!) 17 yaşında olduğu iddia edilen ve tatlı falan bulmadığım ancak oğlan olmasının yettiği çocuğu götürken görmek duygularımı azdırmış olabilir. Üstüne üstük, filmde Louis Garrel'in karakterinin yani Ismael'in bir kez bile cinselliğini sorguladığını, oğlanla seviştikten sonra pişmanlık duyduğunu falan görmüyoruz ki bence süper bir öğeydi. Aynı şekilde Ismael'in nişanlısı-kızın adını unuttum ya, kardeşini hatırlıyorum da kızın adı neydi? yukardaki sarışın işte- da büyük bir rahatlıkla ailesine bir ménage-a-trois içersinde olduğunu, bir kızla yattığını hiç de öyle "garip" bir şey değilmiş gibi inanılmaz "takmaz" bir şekilde anlatıyordu ki bir kez daha filmde sevdiğim öğeler kutusuna bir şeyler eklendi. Öte yandan kabul ediyorum, Louis Garrel'i başka bir erkekle görmek... aaah! Yani çocuğu şöyle böyle tatlı bulurdum, The Dreamers'da da beğenmiştim üstelik düşünün yanınızda Michael Pitt varsa başkasına bakmam oldukça zor bir durum ancak ona rağmen gözüme girmişti, ama kendisini böyle başka bir oğlanı oldukça esgtetik bir şekilde götürürken görmek, şahaneydi, filmi izleyin...


Dahası Fransız oyuncularda sıkça rastladığımı bir durum var son dönemde; heykel güzelliği. Fuat Ait Aittou (Une Vieille Maitresse), Louis Garrel ve Andy Gillet (Les Amours de Astree et Celadon) gibi dünyevi olduğuna inanmadığım yaratıklarda görülen bu durum yine şahsım

tarafından pek takdir edilmekte.



Kısacası eğer bir ihtimal bu blogu okuyorsanız ya da rastlarsanız falan Les Chansons D'Amour'u izleyin. Üstelik şarkılar da fransızca olmalarına rağmen hiç fena değil.


~~Spoiler burada biter hatta konu da biter yeni konuya atlıyorum~~




Geçenlerde bir Japon dizisi olan Last friends'in ilk bölümünü izledim. Zaten Japon dizisi izleyen bir insanım ancak bu sefer Japon olmasından çok bir dizi olmasına dikkat etmenizi rica ederim. "Ahahah japon dizisi ne laaan!!!" geyiği yapmayın yani...


Konu özetle şu, Michiru adlı kızımız (beni dinleyen lezbiyen ve biseksüel bayanlar, bu ad tanıdık geldiyse daha durun siz!) bir kuaförde çalışmaktadır. Sosuke adlı erkek arkadaşı doğum gününde kendisine birlikte yaşamayı teklif eder. Her şey güllük gülistanlıktır. Ev için alış veriş yapmaya giden Michiru o gün yıllardır (4 sene kadar) görmediği lise arkadaşı -sıkı duruuuuun- Ruka ile karşılaşır (!!!!). Ve tahmin edebileceğiniz gibi Ruka oldukça erkeksi, motorcross ile uğraşan bir kızımızdır. Özlem giderirler vs. ancak Michiru erkek arkadaşının yanına taşınmasıyla kendisinden dayak yemeye başlar ve işler karışır. Hikaye bu iki kişinin yani Michiru ve Ruka'nın



Ueno Juri as Ruka


hikayesinden çok bir arkadaş grubunun hikayesi, bir yandan seksten korkan ve yine

karakterinin adını unuttuğum ancak gerçek adı Eita olan gibi kişilerin de olayları vardır. İlk bölüm şahaneydi dolayısıyla izlenmesini de tavsiye ederim ancak kime? Dahası tavsiye etsem de izleyecekmişsiniz gibi. Neyse, Ruka'nın hastası mıyım? Tabii ki! Ueno Juri'nin Nodame'de de hastasıydım, muhteşem şekerdi ve şimdi bu erkeksi görüntüsü ile daha da muhteşem olmuş. Yıllardır 3D bir Haruka bekleyen biz dişi şahsiyetler en sonunda Ruka ile hayalimize kab-vuşmuş vaziyetteyizdir bence.


7 Mart 2008 Cuma

The Omen ya da Damien Rice

Normalde burada pek müzik/film/kitap eleştirisi vs. yapmamaktayım, mağlum blog'um tek kişilik bir gösteri olduğu gibi sadece tek kişiye gösteri yapmakla da övünür. Ancak madem bu aralar sardım, Damien Rice üzerine bir iki şey söyleyeceğim.

İlk olarak, Dream TV'nin "Bakııın böyle biri var bayılacaksınız" modunda gitarlı soft müzik yapan kişileri burnumuza soktuğu bir dönemde(bir başka örnek için bakınız pek sevgili Kings of Convenience) keşfettiğim, sonrasında uzun bir zaman unuttuğum ve bir Starbuck mocha ritüelinde Ç. ile otururken kulağıma ilişen melodilerle hatırlayıp eve dönünce tekrar hayatıma soktuğum Monsieur Rice'ın ikinci albümünü ilk çıktığı zamanlarda indirmiştim. Ancak salı günü yaptığım vapur yolculuğuna kadar kendisine el sürmekten özenle kaçındım. Pazartesi günü canımın Volcano'yu çekmesi ile bir kez daha döndürmeye başladığım "O" salı da aynı hızda dönmekteydi ki, havanın muhteşem oluşu benim yarı uykulu bir şekilde güneş batarken vapurda oluyor olmam ve her zamanki gibi bir özel ders seansından dönüyor oluşum beni "9" adlı albümü dinlemeye itti. Eğer albüm hakkında şöyle bir fikriniz varsa şarkı adlarının da ne kadar çekici olduğunu görmüşsünüzdür. Zira"Elephant" , "The Animals Were Gone" , " Coconut Skins" gibi adlar bana neşe sunacak gibi geliyordu ve bendeniz batan güneş ve güzel bahar havası ile muhteşem gidecek şarkıların açlığını çekmekteydim. Böylelikle kendimi 9'a fırlattım... Ancak sonuç nedense şaşırmadığım bir şekilde hayal kırıklığı oldu...

İlk olarak, melodiler bir anda pop'a dönüştü ki pop derken Mtv'de sabahları kafa sikmemek namına çalınan duygusal fakat bir yandan buruk bir neşesi olan singer-songwriter geçinen amcalardan bahsediyorum. Damien eğer böyle giderse James Blunt ile birlikte yer alacaktır özetle. Bunun dışında Damien ve küfürler... hmm hiç beğenmedim desem? Tabii ki Damien Rice da bir insan ve küfür ediyor (hatta belki benden az...) ancak benim Damien Rice ile ilgili sevdiğim şey genel olarak o utangaç ezik aşık moduna sahip olmasıydı. Kendisi "I should have kissed you"dan "Fuck you!"ya bu kadar hızlı bir geçişi nasıl yaptı anlamadım ki belirteyim genel olarak sözler kötüydü zaten. Tamam, "Woman Like a Man"de küfür kullanışını seviyorum ancak o şarkıya özgü bir şey bu(ya da belki o şarkıda işime geliyor?). Genel olarak şarkılarda küfür sevmem değil, örneğin Trent'in Closer'daki bağırışlarına hastayım ancak bu şarkının ve NIN'in agresifliği ile alakalı bir durum. Damiencığım ise bütün o "Ühü aşk acısıııı!" haline rağmen bir anda "Çok pis sikerim!" moduna girince tabii dayanamıyor ve şaşırıyorsunuz. Halbuki ben onu Amie'deki "tell it!" daha doğrusu "thelle aeeet!" deyişiyle sevmiştim. O muhteşem İrlanda aksanıyla "thelle aeeet you goo' ol' Seamus!!" (Seamus İskoç adı evet evet...) diyen adam bir anda diline biber sürülmesi halinde potansiyel bir James Blunt olacaktı-ki inkar etmeyiniz, benziyorlar-. Olmamış Damien, kendine çeki düzen ver ve lütfen konuşamayacaksan Fransızca şarkı söyleme. (Zaten US - UK arası daha düzgün Fransızca konuşana rastlamadım. Bir tek L. istisnaydı sanırım o konuda...). Bir de rica ediyorum lütfen beni bir daha bu kadar şahane şarkı adlarıyla kandırmayınız Monsieur!

13 Şubat 2008 Çarşamba

Bekle Beni Jens!

Yarın konser var ve normalde kendimi iyi hissetmem gerekir ancak nedense klasik göğüsteki ezilme hissi ve karın ağrısı hakim. Nedeni ilk defa sahte kimliğimi test etme ihtimalimden çok orada bulunacak kişiler sanırım Kişiler derken tanıdıklarım ya da "Tanışacağız" deyip 3D hallerine bir türlü rastgelemediklerim. Tek istediğim Ç. ile huzurlu huzurlu müzik dinlemek ancak işin komik tarafı bir boka dahil olmamama rağmen bütün bu dyke community'nin haltlarından etkileniyor olmam. Pff çok rica ediyorum adam gibi geçsin yarın...

31 Ocak 2008 Perşembe

Fütüristik Hayaller

Birkaç seçeneğim var sanırım;
- Grafik Tasarım oku, süper çiziyor hale gel, illüstrasyonlar ya, sergiler aç bu illüstrasyonlar için, kendi kitabın çıksın, sonra çizgi roman olaylarına dal, rock star'a denk gelen hayallerini gerçekleştir...
- Fotoğraf oku, fotoğrafçı ol, bir yandan hala illüstrasyon yapıyor olursun, çoook güzel çook şahane insanların fotoğraflarını çek, hatta belki o dünya güzeli insanlarla yat(ohş), sergiler vesaireler...
- Yurtdışına git, psikanaliz oku, bu arada bir drag queen kabaresinde part-time işe başlayıp Paris'in en şahane drag queen'leri ile arkadaş ol, çok böyle outrageous bir hayat yaşa, "Doktor" ünvanı ile dışarı çık, ülkene dön, çok ünlü ol, bir yandan yine illüstrasyon yaparsın, çok para kazanırsın, istediğin ne kadar kitap, cd, dvd varsa alırsın...
- Ülkende kal, ÖSS'ye kas, Boğaziçi Psikoloji'ye falan gir, B. ile birlikte yaşa, mutlu mesut ol, bir yandan illüstrasyon için atölyeye falan gidersin, mezun olduğunda istediğin alanda çalışırsın. Zenginlik garantisi veremiyoruz ama, sürünme potansiyelin de ikinci seçenekteki gibi çok fazla...

Yukarıdaki seçenekler arasında yapmak istediğimden emin olduğum tek şey drag queen kabaresidir... Sıçmışımdır...

30 Ocak 2008 Çarşamba

Blog Mucizesi

İnsanlar bloglarını muhteşem amaçlar için kullanıyorlar! Müzik paylaşımı olsun, film, çizgi roman, kitap, şu, bu, her şey! Hele az önce keşfettiğim blog'un yazarının arkadaşım olmasını diledim, yazdıkları o kadar şahaneydi. Ancak ben burada ne yapıyorum? Ergen ergen sızlanmakla meşgulüm efenim. Evet doğru duydunuz, "Aaah bugün de şöyle oldu böyle oldu, ne garip hissediyorum..." demekten başka bir şey yapmamışım neredeyse. Öte yandan bu yazı da, bundan sonraki yazılarımının değişeceğini müjdeleyen bir şey değil ya neyse. Sonuçta burası benim için, keşfettiğim bloglar ise hem kişisel tatmin hem de hizmet arasında dolananlardan ki çok takdir ediyorum.

Hoş, yazılarımın içeriğini değiştirecek olsam bile, ben bildiklerimi paylaşmayı sevmem ki?... Hmm tamam o zaman, ben eski halimle kendimi sunmaya devam edeceğim, ancak belki, hazır kimse de okumuyor burayı, biraz müzik, çizgi roman, edebiyat, sinema vb konulara atabilirim kendimi? Why not, why cannot...

Evet evet öyle yapacağım, hatta ilk haber siz değerli non-existent okuyucularım, Robinson Crusoe'nun Galatasaray'ın sokağının orada bir çizgi roman dükkanı açtığını belirtmektir. Mekan şahanedir, dahası American Virgin de gelmiş oraya, alınacaktır mutlaka! Şu kapağa bakınız ve beğenmediğinizi söyleyiniz!


29 Ocak 2008 Salı

Connection Rüzgarları, Yeni Pembe Diziniz!

Yetti lan connection'dan yetti!!!!! Herkes mi birbirini tanır be!! Bir kişi de mi alakasız olmaz başka herhangi biriyle?!!! Ama yoook mutlaka herkes birbirini tanır, herkes alakalıdır, yeni biriyle tanıştım diye de bir şey yoktur arkadaşının arkadaşının arkadaşıyla tanışmışsındır sen!!!

27 Ocak 2008 Pazar

Itchy & Scratchy

Az önce yazdığım her şey silindi... sikeyim...

Özetle;

Heath Ledger'ın ölümü iğrenç bir durum, hele bu kadar gençken...kesinlikle hayır. Kendisinin anısına bir Brokeback Mountain günü düzenlenecektir... Ayrıca saçma olduğu su götürmese de ölümünü duyunca aklıma gelen tonlarca şeyin arasında Jake Gyllenhaal'un ne yapacağı da vardı... Kendisinin yerinde olsam parçalanmıştım...

Thailand Mutfağı = şahane! Biraz "alevli"ydi, orası kabul ama şahane olduğu gerçeğini engellemiyor. Hele o çay, bir kez daha kendimi çayla boğmak istedim...

Bu arada herkes aşık modunda. Ben bile "sevgi dolu" olabilirim (-abilirim dedim, öyleyim demedim). O gün telefonda N.'nin sesini duyunca bir an her şey stop etti. Beynim dahil. Dahası bunu demişken, geçen perşembe herhalde hayatımın en atraksiyonlu günlerinden biriydi. Doğal olarak en de yorucu. Bazılarını sevdim bazılarını öldürmek istedim. Yeşil içecek arkadaş ise günün en desteklediğim şeyi oldu. Öyle ki sanırım bir an B. ve B.'nin (aman tanrım adları bile uyumlu...) ilişkisinden bile daha çok destekledim... Kendilerine haberdar olmadıkları bu mekandan mutluluklar dilerim yeri gelmişken.

Onun dışında, film izleme moduma geri dönmüş olduğum için mutlu bir insanım. Bugün üç film devirdim, kendimle gurur duyuyorum! Tek problemim hazırlıktaki gibi alerjisi azan ellerim. Yarın doktor kendileri için ne diyecek acaba?...

Ara not: İ. hemen dibimize taşındı, mutluyum! Diğer ara notlar ise; üniversiteye başladığımda akordeon çalmaya başlayabileceğim ve ikinci dönem eskrim eğer o olmazsa kickbox'a başlayacağım yönünde. Bir şekilde stres atmalıydım, bu spor arkadaşlar şahane oldu...

Budur yani, az önce yazdıklarım silinmeseydi daha iyi olacaktı sanki ama neyse...



R.I.P (1979 ~ 2008 )